Tutuklu gazeteci Tuncer Çetinkaya, cezaevinde yaşadıklarını kaleme aldı. Çetinkaya eşinin kendisini ziyaretinde “Koğuş kapılarını açık bırakacaklar, çıkarsanız öldüreceklermiş” dediğini ifade etti.
Tuncer Çetinkaya’nın yazısı şöyle:
Ansızın bir yığın gardiyan ve jandarma paldır küldür koğuşa dolar ve beton duvarlardan, ‘Çık! Çık! Herkes avluya! Çabuk ol! Çabuk! Dışarı! Dışarı! Bön bön bakma, çabuk ol! İçerde kimse kalmasın! Sallanma!’ bağırtıları yankılanır. Bazen de hakaretler. Herkesi askeri düzen içinde avluya dizip üst araması yapma (kazara elin cebinde falan olmasın veya elinde tespih bulunmasın, argo tabirle bir ton azar iştirsin), yataklarımızdan özel eşyalarımıza kadar her şeyi altüst etme, eşimize dostumuza mektup yazmamız dahi yasak olduğu için duygularımızı kaleme aldığımız defterleri, kağıt parçalarını didik didik inceleme, kantinden aldığımız yiyecekleri bile mıncıklama, çamaşır ipi vermedikleri için su şişelerinin ambalajlarından ip haline getirerek ranzalara iliştirdiğimiz askılıkları kasıtlı koparma, yeşillik olsun diye çay posası içinde büyüttüğümüz sarımsak ve soğanları alma, namaz kılmak için odaya serdiğimiz battaniyeleri toplayıp götürme, bazen de ayakkabıları ile kirletme… Kısacası her aramadan sonra koğuşun görüntüsü savaş meydanını andırıyordu.
‘CEZAEVİNDE SİZE KÖTÜLÜK YAPACAKLARMIŞ…’
İşte böyle bir zaman diliminde haftada bir yarım saatliğine kapalı görüşe gelen eşim ve çocuklarım panik halinde cam duvarların ardından el kol hareketleri ile bir şeyler anlatmaya çalışıyor. Camın arkasındaki ailemizle görüştüğümüz telefonda açık konuşamıyorlar, çünkü bu görüşmeler dahi kayıt altına alınarak delil diye dava dosyasına konuyordu. Hatta avukatımızla yaptığımız görüşmeler bile hem bir cihazla kayıt altına alınıyor hem de görüşme sırasında bir gardiyan avukatla aramıza oturarak geçen konuşmaları yönetime bildiriyordu. Böyle olunca eşim kapalı görüşte söyleyeceklerini el kol işareti ile anlatmaya çalışıyordu. Bir şey anlamadım. Anlamayınca dayanamadım ‘açık söyle’ dedim. O da, “Cezaevinde size bir kötülük yapacaklarmış, aman çok dikkatli ol!” dedi. “Nasıl bir kötülük yapacaklarmış?” diye sorunca da, “Cezaevine görüşe gelenlerden duyuyorum, koğuşların kapısını açık bırakacaklarmış, siz koğuşlardan çıkarsanız da bunu bahane ederek, kaçmaya çalışıyor diye işkence, öldürme dahil her şeyi yapacaklarmış, dışarda herkes bunu konuşuyor.” dedi. Güldüm geçtim.
‘BİZLER İSYAN MI ÇIKARACAKTIK! ŞAŞILACAK ŞEY’
Görüş bitip koğuşa gelince genelde arkadaşlar arasında bilgi paylaşımı olur. Herkes duyduğu yeni bir bilgiyi, haberi anlatır ve bir anda sanki bütün cezaevi duyar. Normalde cezaevleri iletişimin en zor olduğu yer olarak bilinir ama haberler bir anda ışık hızıyla yayılır. Bunu hâlâ anlayabilmiş değilim. Kimi avukatına söyler, kimi revirde biriyle paylaşır, bazısı mahkemeye veya hastaneye giderken nakil aracında karşılaştığı birine söyler, hatta hücrelerde kalan insanlarla bile yer altı havalandırma boşluklarından bağıra bağıra haberleşir insanlar. Yani cezaevinde dışarıda duyduğunuzdan fazla bilgi yayılır. Ama bunun ne kadarı doğru bilgi, ne kadarı maniplasyon bilinmez. Ben de duyduğum bu bilgiyi koğuşta paylaştım. Arkadaşlardan bazıları da görüşe gelen yakınlarının gazetelerde cezaevlerinde isyan çıkacağına dair haberler okuduklarını ve bu isyan sırasında çok sayıda tutukluyu öldüreceklerine dair söylentiler bulunduğunu aktardılar. Saçma geliyordu bize. Zira avluda yürürken bazı zamanlarda koğuşumuza misafir olan böcekleri, hatta hamam böceklerini bile öldürmeye kıyamayan bizler isyan mı çıkaracaktık! Şaşılacak şey. Hatta arkadaşlara şunu dahi demişimdir: Cezaevinin tüm kapılarını açsalar ve çıkın deseler, biz yine de, tahliyemize dair bir yazı olmadan kesinlikle koğuştan adım atmayız.
‘ELLERİ KELEPÇELİ ‘BENİ UNUTTUNUZ’ DİYE BAĞIRMIŞ’
Arkadaşlardan biri tam o günlerde cezaevi nakil aracında yaşanan bir olayı anlattı. Antalya L Tipi Kapalı Cezaevi şehir merkezine yaklaşık 30 kilometre mesafede. Hastane ve adliyede işi olanlar her gün eskortlar eşliğinde götürülür. İşi bitenler yine aynı araçlarla cezaevine getirilir. O günlerde hastanede araç bekleyen tutuklular arasında biri lavaboya gitmek için jandarmadan izin istemiş. O lavaboda iken nakil aracı gelmiş ve tutukluyu unutarak hareket etmiş. Tutuklu dönüp geldiğinde nakil aracının hareket edip gittiğini görüyor. Kapıda bekleyen jandarma da yok. Elleri kelepçeli vaziyette, ‘beni unuttunuz’ diye bağırarak cezaevi nakil aracının peşinden koşmaya başlamış. Araçtakiler 100 metre kadar ilerleyince durumu fark etmişler ve durup arkada kalan tutukluyu almışlar. Arkadaş bu örnekten yola çıkarak aktardı: Bizim arkadaşlarımız böyle durumda bile kaçmayı düşünmezken, isyan mı çıkaracak? Gülüp geçtik.
‘SİZ KİMSİNİZ VE BENİ NEDEN BURAYA GETİRDİNİZ’
İşte hadiseler böyle akıp giderken yine gardiyan ve jandarmalar baskın yapar gibi bizim koğuşa doldular. Her şeyi didik didik ediyorlar. Bir ara benim kaldığım hücrenin içinde toplandılar. Epey bir çalışma yaptılar. Birbirlerine bir şeyler anlatıyorlar. Sonrasında aralarında bir tutanak tuttular ve bu hücrede kimin kaldığını sorup gittiler. Biz ne olduğunu anlamaya çalıştık ama gardiyanlar bir şey söylemiyor. Arama cuma günü akşam üzeriydi ve araya haftasonu girdi. Cezaevlerinde haftasonları sakin geçer. Diğer günlerde kantin günleri, telefon, avukat, ziyaretçi, kitap gibi aktiviteler olduğu için bir nevi hareket vardır ama haftasonları çok sıkıcı olur. Pazartesi sabahı sayımdan sonra hücremde uzanmıştım ki, koğuşun kapı mazgalı şangır şungur bir gürültüyle açıldı. Gardiyan içeriye bağırıyor: Tuncer Çetinkaya çabuk gelsin! Hücreden çıkıp kapıya vardım. Ne olduğunu sordum. Gardiyan, ‘Hemen hazırlan gidiyoruz’ dedi. Nereye? diye sormama bile fırsat vermeden mazgalı kapattı. İki gardiyan eşliğinde 4 ayrı kilitli kapısı bulunan koridorları geçerek pencereleri karartılmış bir odaya getirildim. Oda epey büyüktü. Odanın solunda bir kaç görevli masada hazır bekliyor. İki gardiyan da nöbet tutuyor. Odanın ortasındaki tekli koltukta ise gerinerek biri oturuyor. Kapıdan girer girmez bana işaret etti: Orada bekle. Aramızda 10 metreden fazla mesafe var. Elindeki kağıt parçasını işaret ederek, ‘Bu sana mı ait?’ diye sordu. Ben de ‘Mesafe çok uzak, göremiyorum’ deyince korumalar eşliğinde yaklaşmamı söyledi. Yaklaşınca olayı anladım. ‘Evet, bu kağıt benim’ dedim. ‘Bu kağıt ve kağıtta yazanlar hakkında ne diyorsun?’ diye sorunca sol tarafımda bulunan katipler başladılar bir şeyler yazmaya. Ben de karşımdaki kişiye ‘Öncelikle siz kimsiniz? Beni neden buraya getirdiniz? Burada ne olarak bulunuyorum?’ diye sordum. Cezaevi müdürü olduğunu söyledi ve cuma günü yapılan aramada defterlerim arasından bir kroki yakalandığını, hakkımda soruşturma açıldığını ve savcılığın inceleme başlattığını öğrenmiş oldum.
‘CEZAEVİNDEN KAÇIŞ PLANI, ELLE ÇİZDİĞİM KIBLE KROKİSİ’
Ben bunları yaşarken AKP iktidarı ve iktidarın ortağı Perinçek grubunun gazetelerinde ‘cezaevinde isyan planları ve havalandırma boşluklarında bulunan kaçış planları’ gündemdeydi. Bizim defterden çıkan kroki bu sebeple paniğe sebep olmuş.
Şimdi gelelim, ‘cezaevinden kaçış planı’ muamelesi gören bizim krokinin hikâyesine. 23 Temmuz’da gözaltına alınıp tutuklandıktan sonra ilk önce beni ve beraber çalıştığım gazeteci arkadaşlarımı kapasitesinin çok üzerinde olan bir koğuşa verdiler. Aradan 3 ay kadar geçtikten sonra ne olduğunu anlamadan apar topar 5 dakika içinde koğuştan atarcasına ‘bakanlığın emri’ denilerek PKK’lıların ve IŞİD’lilerin de bulunduğu bloktaki üç hücreli küçük bir koğuşa tecrit amaçlı gönderdiler. İşte bu koğuşa ilk geldiğimiz gün namaz kılacağız ama kıbleyi bilmiyoruz. Ben arkadaşlara da tarif etmek için küçük bir kağıda ‘kaldığımız C-18 Koğuşu şuradaydı, avukat görüşü için giderken geçtiğimiz şuradan döndük, görüntüleme odasını geçtik, revirin yanından sağa döndük, bir blok sonra sola döndük sonra koridorun sonuna geldik’ gibi ifadelerle eski koğuşa göre yeni koğuşu konumlandırmaya ve kıbleyi tayin etmeye çalışıyordum. Bunu yaparken de küçük bir kroki ortaya çıkmış oldu.
‘ERGENEKON SAVCISINDAN BAĞLAMAYLA ŞAFAK TÜRKÜSÜ…’
Normalde bu kağıdı yırtıp atmam gerekirken neden sakladığımı da kağıdın arkasına bakınca anladım. Koğuşun üstüne biz geldikten sonra bir grup hakim ve savcı getirdiler. Onların avlusu yan taraftaydı ve gün içerisinde sadece belli saatlerde avluya çıkabiliyorlardı. Hakim ve savcılar geldikten sonra üst koğuştan bağlama eşliğinde güzel türküler, şarkılar duymaya başladık. Avluya çıktıkları bir gün bağlamasını da getiren kişi Ergenekon davalarının savcılarından Hüseyin Aksoy’du. Kendisiyle koğuşun demir parmaklıklı ve tel örgülü penceresinin aralıklarından tanıştık. Savcı Hüseyin Bey çok güzel bağlama çalıyordu ve sesi de fena değildi. Biz de zaman zaman ona eşlik ettik. Onlar avluya çıktığında Ahmet Kaya’dan ‘Şafak Türküsü’, Mümin Sarıkaya’dan ‘Ben Yoruldum Hayat’, Neşet Ertaş’tan ‘Ah Yalan Dünya’ gibi istek parçalarımız oluyordu. Sağolsun (Halen cezaevindeyse de Allah kurtarsın) savcı bey de bizi kırmıyordu. İşte savcı beyden istemek üzere bir kağıt üzerine not aldığım şarkı sözlerinden dolayı aylar sonra karşıma ‘cezaevinden kaçış planı’ diye çıkan not kağıdı, hatıra olarak sakladığım bu kağıttı.
‘BUNLARI BİZE REVA GÖRENLER HESAP VERECEK’
Aziz Nesin Bir Sürgün’ün Anıları kitabına, “En acı günler bile üzerinden yıllar geçtikten sonra dalında dura dura ballanan meyveler gibi tatlılaşıyor. Şimdi sürgünde geçen günlerimi andıkça gülüyorum. Anlatınca da dinleyenler gülüyor.” diyerek başlar. O günlerde ‘Bana o acı günleri yaşatanlara kızmıyorum’ diyen Aziz Nesin, 37 yıl sonra yeniden basılan kitabının 13. basımına yazdığı yazıda kitabın önsözünü değiştirerek, “Bugün aynı düşüncede değilim. Belki zaman beni değiştirmiş. Belki de gerçekleri uzaktan daha iyi görüyorum. Bana o acı günleri çektirenlere şimdi çok kızıyorum, herkesin de kızmasını diliyorum.” demişti. Ben de şimdi komedi filmi gibi anlattığım bu olayı hem tarihe not düşüyor hem de bunları bize reva görenlerin hesap vereceği günü aktif sabırla bekliyorum.
Kaynak: Kronos News