Bunun yakın zamandaki örneklerinden biri, Kılıçdaroğlu’nun Almanya gezisinde bir araya geldiği, oradaki Türk kökenli bir sol parti milletvekiliyle ilgili olarak Cumhurbaşkanının bütün basına verdiği “görev”di.
“Bunların terör örgütüyle olan ilişkilerini ve örgüte verdikleri desteği herkese duyurun” demişti Erdoğan ve CHP liderine de o milletvekiliyle görüştüğü için yüklenmişti.
Gerçi Cumhurbaşkanı daha o görevi vermeden iktidar medyası, bu milletvekilini elinde PKK bayrağıyla açıklama yaparken çekilen görüntüleriyle haber yapmıştı bile.
Ama CHP liderini onunla görüştüğü için hedefe koyanlar, daha önce iktidar partisine mensup vekillerin de Almanya’ya yaptıkları ziyarette bu kişiyle bir araya gelip aynı fotoğraf karesine girdiklerinden hiç bahsetmediler. Bu nasıl bir çifte standart!
Eğer tepki gösterilmesi gerekiyorsa, aynı tepkinin onlara da verilmesi icab etmez mi?
Gazetecilik bu şekilde tek taraflı, nalıncı keseri gibi hep iktidarın kollanıp parlatılmasını ve muhalefetin karalanmasını öngören kumandalı, kontrollü ve güdümlü bir yapı içinde yönlendiriliyorsa, orada demokrasinin varlığından asla söz edilemez.
Çünkü düşünce, ifade ve basın özgürlüğü, demokrasinin olmazsa olmazıdır. Medyanın işlevi de, hayata, olaylara ve uygulamalara objektif bir yaklaşımla ayna tutmak, Üstad Bediüzzaman’ın ifadesiyle “dellalü’l-mehasin ve’l-meayib“ olmak, yani yolunda giden işleri de, olumsuzlukları da yansıtmaktır.
Meselâ Erdoğan’ın “Cerablus ve Afrin’de huzur hakim” sözünü, aynı manşetle çıkan haberlerinde yayınlarken, Afrin’de 9 kişinin can verdiği pazaryeri katliâmının haberini sansürleyen bir gazeteciliğin evrensel kriterler açısından savunulur tarafı var mı?
Peki ya sanayi üretimindeki azalma ile işsizlikteki artışı duyurmayıp gizleyen bir haberciliğin?
Sadece pembe haberlerle dolu “Rockefeller gazeteciliği,” basının itibar ve güvenilirliğini sıfırlayıp halkın haber alma hakkını gasp ederken, iktidara da hayır getirmez. İspatı, tarih…
Kaynak: Yeni Asya Gazetesi