NUR EREN KILINÇ / Atatürk Üniversitesi, İletişim Fakültesi mezunu olan Nur Eren Kılıç, Yeni Asya Gazetesi, siyasi haber editörü idi. Türkiye’de sarı basın kartı sahibi bir gazeteci iken 1 Mart 2017 günü tutuklandı. 21 Şubat 2018’de 7 sene 6 ay hapis cezası ve ev hapsi kararı ile tahliye edildi. Hapishanedeyken, cezaevindeki insanların mektuplarından oluşan “Üç Dal Papatya” isimli kitabı Yeni Asya Yayınevi tarafından basıldı. Kitabın ‘Terör örgütü propagandası” yaptığı
suçlamasıyla tekrar mahkemeye çıktı. Gazeteci Kılınç, bitmeyen baskılar sebebiyle Almanya’ya iltica etmek zorunda kaldı.
Winston Churchill demokrasiyi şöyle tarif ediyor: “Sabahın köründe, alacakaranlıkta kapınız çalındığı zaman, onun sütçü olduğundan emin olmanın adıdır demokrasi.”
Churchill’in demokrasi tanımıyla anlatmak istediği durumu tecrübe ettiğimde 25 yaşında bir gazeteciydim (yıl 2017). Çalışmakta olduğum gazeteden mesai bitiminde ayrılmış, iki ay sonra olacak düğünümün hayaliyle gerçekleştirdiğim tatlı bir akşam gezintisinin ardından saat 19:00 sularında yalnız yaşadığım evime gelmiştim. Evimde de diktatör Erdoğan’ın yazıp yönettiği 15 Temmuz Darbe Tiyatrosu üzerinde çalışmalarımı sürdürüyordum. Çalışmak zorundaydım, çünkü mail kutuma düşen mesajlar beni hayrete düşürüyor, uykularımı kaçırıyordu. 15 Temmuz Darbe Tiyatrosu’nun mesulü sayılarak hapse atılan 18 yaşındaki askerlerin aileleri, bir gecede Erdoğan tarafından terörist ilan edilen doktorların, öğretmenlerin aileleri biz gazetecilere yüzlerce mail gönderiyordu. Ben de bu mailleri araştırıp, gerekli mahkeme belgelerini temin edip bir kitap hazırlıyordum. Önümde iki seçenek vardı: Bu yaşananlara kayıtsız kalacak, gelen mailleri okumayacak ve siyasi haber yazmayacaktım. Ya da mesleğim ve insanlığın gereği olarak, ne pahasına olursa olsun doğruları yazacaktım.
POLİSİN İLK HEDEFİ KİTAPLARIMDI
Çalıştığım gazetede de ‘OHAL Zulmü 28 Şubat’ı Geçti’ başlıklı haberim manşet olmuştu. Erdoğan’ın sosyal medya trolleri özellikle bu manşet haberim sonrasında tehditler savurmaya başlamıştı. Mail kutumda artık tehdit mesajları da vardı, zihnimde ise Erdoğan tarafından düşmanlaştırılarak hapse atılan
suçsuz insanlar. Bu düşüncelerle dalmış olduğum uykumdan gece yarısı saat 03:00 sularında yumruklanan kapımın sesiyle uyanmıştım. Tahta kapımı şiddetle yumrukluyor ve haykırırcasına bağırıyorlardı. Kapımı çalan Churchill’in bahsettiği sütçü değildi! Bu belliydi. Kapıyı açmamla birlikte 40 metrekarelik evime bir anda Erdoğan’ın 8 erkek polisi hücum etmişti.
Üzerimi giyinmeme dahi izin vermeyen bu polislerin ilk işi ise kitaplarıma saldırmak olmuştu… Evet! Bu eylemi saldırganca diyerek tanımlıyorum ve bu eyleme ürkütücü ifadesini de eklemek istiyorum. Odamda bulunan yaklaşık 400 adet kitabımı, el yazması mektuplarımı acımadan hırpalayan ve kitaplardan terör suçu çıkarmak isteyen bu kişileri görünce, aklıma ilk gelen Alberto Manguel’in şu sözleri olmuştu: “insanın icat ettiği nesneler arasında diktatörlerin en büyük düşmanı kitaplardır.”
ÇIPLAK ARAMA İŞKENCESİ
Velhasıl; talan olan evime, yerlere saçılan kitaplarıma ve yarım kalan düğün hazırlıklarıma son bir defa daha bakıp, 8 erkek polisin arasında 40 metrekareye sığan hayatıma veda ederek çıkmıştım evimden. Polislerin şiddetli davranışları, diktatörün öfkesinin ufak bir yansımasıydı. Anlamıştım ki, yeni açmaya hazırlanan Açelya çiçeklerime ve yolumu gözleyen çiçek yürekli anneme elveda diyemeyecektim.
Gece başlayan yolculuğum, götürüldüğüm karakolda dolan gözaltı sürem sonrası İstanbul Bakırköy Cezaevi’nde devam ediyordu. Cezaevine giriş kaydım yapıldıktan sonra alındığım küçük odada başıma geleceklerden habersizdim. 2-3 kadın gardiyan tarafından kahkahalar ve onların günlük dedikoduları eşliğinde çıplak arama işkencesine maruz kaldım. Sonrasında götürüldüğüm hücrede anladım ki, bu işkenceye maruz kalan bir tek ben değildim. Yan hücrede bulunan ve camdan cama bağırarak konuştuğumuz tutuklu hakim Ö.N de bu işkenceye defalarca maruz kaldığını anlatmıştı.
Hücre günlerim sona erdikten sonra götürüldüğüm 30 kişilik koğuşta bulunan insanlardan duyduklarım günlerce şakaklarımı zonklatmış, dudaklarımda uçuklara sebep olmuş, aklım ise 1 senedir hücrede tutulan hakim Ö.N de kalmıştı.
BEBEKLERDEN NE İSTİYORLAR?
Belli ki cezaevinde siyasi tutuklu olmak en zoruydu. Günün ilk ışıklarıyla başlayan mesai saatinin ardından adli suçlular (hırsız, vb…) spor salonuna, kütüphaneye, resim kurslarına gidiyorlardı. Cezaevinin soğuk koridorlarında onların şen kahkahaları yankılanıyordu. Ben ve benimle aynı durumda olan
siyasi tutuklulara ise bu tür aktiviteler yasaktı.
Ne yazık ki bu kategoriye tutsak bebekler de dahildi! Yanlış okumadınız evet! Adli suçlardan tutuklu olan kadınların, cezaevinde bulunan çocukları kreşe gitme hakkına sahipken, bizim koğuşumuzdaki çocukların böyle bir hakkı yoktu. Sabahları cezaevini adata kuş cıvıltısı gibi aydınlatıyordu kreşe
giden çocukların sesleri… Ben ise koğuştaki en yakın dostum 5 yaşındaki S.’nin sorularından kaçıyordum: “Ben neden okula gitmiyorum? O çocuklar kim? Ben de o çocuklarla oynamak istiyorum? ” Maruz kaldığım tüm işkencelerden ve hak ihlallerinden daha da ağır geliyordu bu sorulara muhatap olmak.
TEK BAŞINA TUVALETE BİLE GİDEMEYEN ‘SUÇLU’
Şakaklarımı zonklatan bir diğer husus ise koğuşumuzda bulunan yaşlı ve hasta kadınlardı. Alzheimer hastası olan F.’nin ‘ben şimdi neredeyim, beni torunlarıma götürün’ diyerek köşelerde sessizce ağlayışını unutmam mümkün değil. Aradan geçen yıllara rağmen o ses hâlâ kulaklarımda ve kabuslarımda. Belindeki, kalbindeki ve ellerindeki çeşitli hastalıklar sebebiyle şahsi ihtiyaçlarını karşılayamayan, zaman zaman tuvalette düşüp kalan bu kadını kaldırmak yine diğer tutsaklara kalmıştı. Erdoğan; kendi mahkemesi için gerekli savunmaları bile yazamayan, kendi başına tuvalete dahi gidemeyen, duş alamayan
bu kadından ne istiyordu? Erdoğan’ın darbe tiyatrosundaki yeri neydi bu kadının? Bu kadının tek suçu Erdoğan’ın düşmanlaştırdığı bir Kur’an kursunda gönüllü olarak çalışmak ve fakir öğrencilere yemek pişirmek.
MAYDANOZDAKİ BAHARIM, HUZURUM
Geçmeyen günlerin, betonların ve baskıların arasında kendime ve diğer tutuklulara nefes olacak ufak güzellikler oluşturmaya çalışıyordum. Cezaevi kantininden sipariş ettiğim bir demet maydanozu plastik şişeden yaptığım vazoma koyuyor ve aşık olduğum yeşillere bakıyordum. Topraksız, renksiz bu işkence yuvasında maydanozlara bakmak açelyalara, menekşelere bakmak gibi keyif veriyordu bana. Ta ki gardiyanlar bunu fark edene kadar… Plastik şişe vazomu ve maydanozlarımı kirli elleri ve kirli kalbiyle kavrayan gardiyan bana bağırarak; “ Maydanoz yemek için satılır. Bunu saklayamazsın” demişti. Maydanozun yeşilindeki umuttan bile rahatsız olan bu vahşi yürekli insanlar elbette ki kaybetmeye mahkumdu.
ERDOĞAN’IN ZEHRİ MEDYA ORDUSU
357 günlük tutukluğumun ardından zihnimde ve bedenimde kalan işkence izleriyle, bana verilen 7 sene 6 aylık ceza sonrası tahliye edilmiştim cezaevinden. Cezaevi kapısından, özgürlüğe olan ilk adımımı attığımda haykırarak ‘ben şuan kapının önündeyim. Ama bu demir kapının arkasında, çıktığım koğuşta bebekler var, yaşlı ve hasta kadınlar var. Onlar da özgür olunca sevineceğim” demiştim. Bebekleri ve hasta kadınları maydanozun yeşilinden bile nefret eden bu kötü insanlarla birlikte bırakmak beni oldukça üzüyordu. Söz konusu Türkiye, cezaevleri, insan hakları ihlalleri ve diktatör Erdoğan olunca sayfalara, günlere, aylara sığmıyor anlatılacaklar.
DİKTATÖRÜN PENÇESİ
15 Temmuz 2016 darbe tiyatrosunun ve 357 günlük tutukluğumun üzerinden yaklaşık 5 sene geçti. Peki ne oldu bu 5 sene içerisinde? RSF verilerine göre dünyanın en büyük gazeteci hapishanesi unvanını alan Türkiye’de, Erdoğan kendi medya ordusunu kurdu ve kararlılığını, zehirlediği insanlardan aldığı
güçle sürdürdü. Ne diyordu Ray Bradbury Fhrenheit 451’de: “Kitapları ‘bir dakika durun’ diye kapatabilirsin. Fakat televizyonun bulunduğu odaya bir tohum ektikten sonra, onun sizi kavrayan pençesinden kendisini kurtaran olmuş mu?”
Diktatörün pençesindeki Türkiye’de hapishanelerde yaşam mücadelesi veren bebeklere ve hasta tutsaklara özgürlük temennisiyle…