O, Silivri’de kaldığı sürece biz her güne yenilgiyle başlıyoruz…
İtalya’nın efsane gazetecisi Roberto Saviano, “Ahmet Altan içeride kaldıkça biz dışarıda nefes alamıyoruz, bu bizim büyük yenilgimizdir” başlıklı bir yazı yayınladı. Günlerdir saygın yayın organı Espresso‘nun başyazısı olarak yayınlanıyor…
Ahmet Altan için “içeride” derin bir suskunluk hüküm sürse de “dışarıda” gürültüsüz bir dayanışma sergileniyor ta başından beri. New York, Zürih, Roma, Berlin ve birçok şehrin en önemli kitapçılarının vitrinlerinde daimi bir yeri var Ahmet Altan’ın… Hapisteyken yazdığı “Dünyayı bir daha göremeyeceğim” kitabından pasajlar teatral okumalar ile sahneleniyor. Yani, Saviano’nun başyazısının Ahmet üzerine olması şaşırtıcı değil. Şaşırtıcı olan, öfke katsayının giderek artması…
Öyle şeyler vardır ki, her gün herkesle konuşabilirsin. Bir şeylerin değişebileceğini, bir yazının, bir düşüncenin yerini bulup birilerini değiştireceğini umarak… Hala bir şeylerin değişebileceği umudunu taşıyorsak, küçüklüğümüzü falan unutup söz almak istiyorsak bu sözü bizden daha az “yer” ve “hak” sahibi olanlar için kullanmalıyız diye düşünüyorum. Haberleri ve ödülleri ile efsaneleşmiş Roberto Saviano da böyle yapıyor ve haykırıyor:
“Avrupa sınırlarında anti demokratik bir ülke var, Türkiye. Avrupa onunla işbirliği yapmaya devam ediyor. Türkiye hapishaneleri politik mahkumlarla dolu. 2016’daki başarısız darbe girişimden sonra Avrupa İnsan Hakları Komisyonu’nun raporuna göre 120 gazeteci hapiste tutuluyor. Orada böyle şeyler olurken burada da çok iyi şeyler olmuyor. Tehditler, saldırılar birbirini izliyor. Avrupa demokrasisi giderek zayıflıyor. Türkiye bu yüzden önemli. Neye dönüşebileceğimizi gösteriyor bize. Ama yine de biz cehenneme giden yoldaysak önceliği cehennemdekilere vermek zorundayız.”
19 Haziran’da Ahmet Altan 1000 günlük gözaltı süresini aştı. Kendi deyimiyle “Golpizm”in bize yönelik suçlaması aşağıdaki ifadeye dayanıyor:
“Darbeyi yönlendirmekle suçlanan erkekleri tanımakla suçlanan erkekleri tanıdığımıza inanılıyor. Kafamda siyah bir leke genişliyor, zaman geçtikçe, günler günlere eklendikçe, suçlamalar kabul edilemez hale geliyor. Hatta var olmayan suçlamalar, bilinçaltı mesajların yayınlanmasından, terörizme varan bilinçdışı suçlamalar!”
Hapiste yazdığı “Dünya’yı bir daha asla göremeyeceğim” kitabında Altan yazar olmanın ne demek olduğunu göstermek için “Dünyayı aklımın sonsuz kanatlarında geziyorum. İsmimi tekrarlayan her ses, elimi küçük bir bulut gibi tutuyor… Ve beni ovalarda, yaylalarda, ormanlarda, denizlerde, şehirlerde, sokaklarda uçuruyor” diye yazıyor.
Ama ben size bunları bir yazarın her şartta yazar kalabileceğini anlatmak için yazmadım.
O, Silivri’de kaldığı sürece biz her güne yenilgiyle başlıyoruz. Adalet, demokrasi, insan hakları eksikliği ile yok oluyoruz. O, içeride kaldığı sürece biz dışarıda nefes alamayacağız, bunun için yazdım.”
Bize gelirsek, bu suskunluğu anlamak mümkün değil. Altan kardeşlerin, Nazlı Ilıcak’ın ve davanın diğer tutuklularının mahkemelerinin hepsine değilse de bir kısmına gittim. Bir saniyede alınan kararlar beni şaşırtmadı. Anlayamadığım nokta, izleyiciler arasında ailesi ve üç beş arkadaşı dışında kimseyi görememek oldu.
Ahmet Altan’ın 69 yılık yaşamındaki yazın serüveni 5 yıllık “Taraf” a indirgenemez. (Buna kızdığınızı varsayarak)
1982 yılında “Dört Mevsim Sonbahar”ı okuduğumda Ahmet, Hürriyet dış haberlerde çalışıyordu. Akşam bitirip sabah söyleşi yapmaya koşmuştum. Ekmeğini yıllarca basın yolu ile kazandı. Sonra, yıllara yayılan 11 romanı ve köşe yazıları ile “Kadınları anlayan yazar” olarak ünlendi.
O kadar ünlendi ki, havaalanında karşılaştığımız bir gün, yanına ulaşamadım. “Tehlikeli Masallar”, “Karanlıkta Sabah Kuşları “, bitmesin diye dua ettiğim “Kılıç Yarası Gibi” ve “İsyan Günlerinde Aşk”…
Bunca alkıştan sonra, Ahmet Altan sadece siyasi bir öfkeyi temsil eden adam oldu. Romanları ile hayatımızı güzelleştiren, zenginleştiren bir yazar olduğunu hemen unutuverdik.
Okuduk geçtik yani. O romanlar 45 baskı yaptı. Okurlarının çoğu kadındı. Hayranları da keza… Erkeklerden çok bir umudum yok yazarlara sahip çıkma konusunda (Tarihsel olarak ) ama kadınlar şaşırttı beni. Oysa ki, Ahmet en çok onlara yazmıştı yatırımını…
Bir de, Saviano’nun bize hayıflanması vesilesi ile 12 Eylül sonrası bir İtalya anım aklıma geldi. Bologna’da bir arkadaşımın evinde pazar kahvaltısındayız. Birbirini pek de tanımayan birkaç insan, ortak konu sinema. Şu film bu film muhabbeti derken arkadaşımın sevgilisi: “Türkiye’ye bütün bu filmlerin gelmiş olması beni şaşırttı. Uzaktan biraz hapishane gibi duruyor da…” dedi. Ben “Yoo, ben bu filmleri izlemedim ki, dergilerden okuyorum.” deyince adamın gözlerinin kıpkırmızı olup ağlamamak için yutkunduğunu gördüm, bir süre öylece sustuk…
Sonra neşeli günler geldi. Aydın Gün en azından İstanbul’da yaşayanları bu karanlıktan kurtardı. Dünyanın tüm filmlerini, konserlerini, oyunlarını, sergilerini ayağımıza getirdi. Evimizden çıkıp Bob Dylan’ı dinlemeye gider olduk. Dünya ile kucaklaştık, güzel oldu…
Yıllar geçti, kötü günler geride kaldı derken kabus geri geldi…
Ama artık biliyoruz, “Tarihi bilmeyenin coğrafyası olmaz.” derler. Bu da geçecek…
Kaynak:T24