Site icon International Journalists

Gazeteci Mustafa Ünal: Duyun sesimi!

Bundan tam 120 yıl önce, yani 13 Ocak 1898 günü Fransız L’Aurore gazetesinin birinci sayfası baştan aşağı tek bir metinle çıktı. Bu metin, ülkede o dönem yaygın olan anti-semitizmin kurbanı olarak casusluk suçlamasıyla müebbet hapse çarptırılan Fransız subay Alfred Dreyfus’un masumiyetine dair kaleme alınmış “J’accuse – Suçluyorum” başlıklı o meşhur açık mektuptu.

Mektup ünlü yazar Emile Zola tarafından Fransa Cumhurbaşkanı Felix Faure’ye hitaben yazılmıştı. Cinnet halindeki bir toplumda korkunç bir sosyal lince tabii tutulan Dreyfus, delillerin ciddiyetine bakma gereği bile duymayan, usule ve esasa dair pek çok hata yapan bir mahkeme tarafından mahkum edilmişti. Zola mektubunda bu hukuksuzluğa, keyfiliğe, yargı yoluyla zulme, adaletsizliğe ve lince veryansın ediyordu.

Zola’nın mektubu Fransa’da olduğu kadar dünyada da büyük yankı uyandırmış, tartışmalara yol açmıştı. Ancak, ceberrut muktedirler karşısında nasıl tavır alınması gerektiğine dair bugün bile milyonlara ilham kaynağı olan ne Zola’nın bu tarihi mektubu ne de Bernard Lazare’nin makalesine benzer çabalar vicdanını yitirmiş o günkü Fransa’da işe yaramıştı.

BUGÜNÜN MAZLUMLARI KENDİ KENDİLERİNİN ZOLALARI OLDU

Tam tersine Zola, iftira ve karalamayla itham edilmiş, kovuşturmaya uğrayınca da hapse girmemek için o meşhur mektubun yayınlanmasından 40 gün sonra ülkeden ayrılarak İngiltere’ye sığınmak zorunda kalmıştı. Bununla birlikte Zola’nın mektubu ve diğer bazı Fransız aydınlarının çabası tesirini zamanla göstermişti. Dreyfus mahkeme tarafından suçlu bulunsa da 1899’da affedilmişti. Bunun üzerine Zola, 1899 Haziran’ında yeniden ülkesine dönmüştü.

Dreyfus ise, 1906’da suçsuzluğunun tescili için temyize başvurmuş ve aynı yıl sadece mahkeme masumiyetine dair karar almakla kalmamış Fransız Devleti de kendisini bir Şeref Nişanı ile taltif etmişti. İşgal ettikleri yüksek koltuklarda, giydikleri o kara savcı/hakim cübbeleri içerisinde Dreyfus’a zulm edenler ve bu zulme karşı isyan ederek kaleme sarılan Zola gibilerin hepsi tarihteki yerlerini meşreplerince ve müstahaklarınca almıştı.

Her şeye rağmen ZolaLazare gibi fikir namusu olan cesur aydınları olan Fransızlar yine de şanslıydı. 120 yıl öncenin Fransası bile korkunç bir fikri çoraklaşma, çölleşme ve bayağılaşmadan muzdarip bugünkü Türkiye kadar bahtsız değildi. Çıldırmış kitlelerin çer çöp dolu sellere kapılmış kof kütüklermişcesine ahlaksız muktedirlerin peşinde sürüklendiği bir hengamede Zola gibi aydınlar çıkmış, o şuursuz akıntının tam tersine bir duruşla avazları çıktığı kadar muktedir zalimlerin yüzlerine “J’accuse” diye haykırabilmişlerdi. Bedelini ödemek pahasına bunu yapabilmişlerdi.

Bin yılın gördüğü en madrabaz adam olan İslamofaşist Erdoğan’ın, kin ve intikam duygularıyla, suçsuz günahsız içeri tıktığı onbinlerce masumun haklarını savunmak için ise, bugünün Türkiye’sinde neredeyse o masum mazlumların kendilerinden başka ses veren yok. Çoğu doğru dürüst bir avukattan bile mahrum olan bu mazlum insanlar, hak hukuk, ses seda geçirmeyen o kalın mahkeme duvarları arkasında mağduriyetlerinin üstesinden gelmek için mücadele etmek zorunda kalmıyor, sadece kendi kendilerinin Emile Zolaları olmak zorunda da kalıyorlar.

Bunlardan biri de yıllarca Zaman gazetesinin Ankara Temsilciliğini yapmış, nezaketli ve nezih üslubuyla bilinen sevgili gazeteci arkadaşımız Mustafa Ünal. Bir zulüm Cehennemine dönen memlekette kendisi gibi zulme uğramış binlerce masumu savunacak yiğitlikte tek bir insanın ortaya çıkmaması üzerine kendi kendisinin Emile Zola’sı olmak zorunda kalanlardan biri de Mustafa oldu.

Karar duruşması diye duyurulan 10-11 Mayıs tarihlerindeki mahkeme oturumunda yapmaya başladığı savunması, bugün sadece mahkeme duvarları arasına yankılansa da, Mustafa’nın zulüm ve adaletsizlik karşısındaki isyanı, muktedir zalimlerin suratlarına haykırışı da tıpkı etkisi asırları aşan Zola’nın o meşhur mektubu gibi tarihteki yerini aldı. Dokuz yazı başlığı, Twitter’dan her cuma bir ayet-i kerime paylaşması gibi eften püften gerekçelerle Dreyfus’u da sollayarak hakkında ağırlaştırılmış 3 müebbet istenen Mustafa’nın haykırışını duydunuz mu? Hala duymayan varsa şayet, mağdur ve mazlum olduğu kadar müstağni, mağrur bu asil sese bir nebze kulak verse iyi olur. Şimdi nefesinizi tutup kendinizi bir lahza Mustafa’nın yerine koyarak mahkeme duvarları arasına hapsedilmiş onun hak ve adalet çığlığına ses olmayı dener misiniz?…

“SANIK KÜRSÜSÜNDE BULUNMAKTAN ŞİKAYETÇİ DEĞİLİM”

Her biri birbirinden kıymetli ve her biri bir diğerinden masum ve mazlum bir grup mahpus gazeteci arkadaşımızla birlikte ertelenen karar duruşması 7-8 Haziran’da yapılacak olan Mustafa Ünal, 58 sayfalık tarihi savunmasına, “Burada yargılanan ben değilim. Benim şahsımda, bir ayet yargılanıyor. Düşünce ve fikir hürriyeti yargılanıyor. Gazetecilik ve ifade özgürlüğü yargılanıyor. Masumiyet yargılanıyor. TC’nin ‘Hukuk Devleti’ vasfı ve ‘Anayasa’ yargılanıyor. Burada aslında AK Parti yargılanıyor. Sanık kürsüsünden bulunmaktan şikayetçi değilim. Ben suç işlemedim. Utanacak bir şey yapmadım. Başım dik, alnım açık…” diye başlıyor.

Maruz kaldığı bühtanlar, suçlamalar, kara çalmalar ve iftiralara karşı isyanını da şöyle dile getiriyor: “Ayı yavrusunu yemek isterse çamura bularmış… Beni de çamura bulamak isteyenler çıktı. Kara propagandayı üzerime boca ettiler… Ama benim üzerimde çamur durmaz. Bu yargılama beni eksiltmedi, aksine çoğalttı. Evet, düşündüm… Allah’ın bana bahşettiği aklı kullandım. Düşüncesiz değilim… Düşüncelerim var. Düşündüğümü ifade ettim… Satırlara döktüm. Gazeteye köşe yazdım. Pişman değilim.”

Mustafa devam ediyor:

“Düşüncelerimi yazdığım için suçlanıyorum. Düşünmeye ve düşündüklerimi ifade etmeye devam edeceğim. Düşüncesiz olmayacağım… Kalemsiz yaşamayacağım. Velev ki cezası müebbet olsun…  Allah beni akıl sahibi bir varlık olarak yarattı. Ve özgür düşünme imkânı verdi. Kimseye aklımı kiraya vermedim. Ve kalemimi satmadım. Yargılanmaktan korkmuyorum ama bu tablo bana çok dokunuyor. Ülkem adına üzülüyorum. Biz yazı yazmaktan başka eylemi olmayan gazeteci yazarlar ‘terörist’ ithamıyla karşınızdayız. Bu savunulacak bir fotoğraf değil.

“Sanık sandalyesinde oturanlara bakıyorum, teröriste benzeyen kimseyi göremiyorum. Caniliğin karası insanın simasına yansır. Kara leke buradaki hiçbir yüzde yok. Ben ya da Biz Türkiye’nin, muhafazakâr mahallenin, AK Parti sokağının yakından tanıdığı insanlarız. Biz terörist değiliz. Bizim silahla, örgütle işimiz olmaz. Düşünen ve düşündüğünü kalemle ifade eden gazeteci yazarlarız. Endişem ülkem adına… Bu görüntü demokratik sistemin üzerine bir kara leke olarak düşüyor.

“TÜRKİYE İÇİN AYIP, AKP İÇİN YÜZKARASI”

“Biz yazı yazarak hayatını idame ettiren fikir işçileriyiz. AK Parti iktidarında mahkeme salonlarına böyle bir fotoğrafın yansıyacağını hiç ummazdım. Yanıldım.  AK Parti’nin rüyası bu değildi. Vaat ettiği Türkiye bu değildi. Düşünce özgür olacaktı. Fikir hürriyetinin önündeki bütün engeller kalkacaktı. Yasaklar yasaklanacaktı. Sanık sandalyesinden oturanlara iyi bakınız… Bu fotoğraf dünya döndükçe unutulmayacak. Özgürlük türküleriyle iktidara gelen AK Parti’nin utancı olarak hatırlanacak.

“Sormak zorundayım… Ey Numan Kurtulmuş! Devri iktidarınızda Ali Bulaç terörist olarak yargılanıyor… Haberiniz var mı? Ey Naci Bostancı! Devri iktidarınızda Ahmet Turan Alkan terörist olarak yargılanıyor… Haberiniz var mı? Ey Mustafa Şentop! Devri iktidarınızda Mümtaz’er Türköne terörist olarak yargılanıyor… Haberiniz var mı? Ey Nabi Avcı! Devri iktidarınızda Şahin Alpay terörist olarak yargılanıyor… Haberiniz var mı?

“Ey Recep Tayyip Erdoğan! Sayın Cumhurbaşkanım! Zat-ı Alinizi Pınarhisar Cezaevi’nde ziyaret eden BEN… Bütün medya size cüzzamlı muamelesi yaparken, yanınızda duran BEN… AK Parti’yi kapatma davasında, 27 Nisan e-muhtırasında, 15 Nisan’da hatta 15 Temmuz’da demokrasiden yana tavır koyan BEN…  AK Parti’nin kuruluş günlerinde, en zor zamanlarınızda sizlere kimse ilgi göstermezken, sizin sesinizi duyuran BEN… Devr-i iktidarınızda ben terörist ve darbeci ithamı ve müebbet talebiyle yargılanıyorum… Haberiniz var mı?

“Akıl ve vicdan sahibi AK Partililere soruyorum: Biz tek eylemi yazı olan gazeteciler terörist ve darbeci iddiasıyla müebbetle yargılanıyoruz… Haberiniz var mı? Kendinizi ‘Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır’ mesajının muhatabı olarak görmüyor musunuz? Bu tablo Türkiye için AYIP, AK Parti için yüzkarasıdır.  Türkiye’nin özellikle de AK Parti’nin hatırlamak ve yüzleşmek istemeyeceği bir fotoğraf karesidir bu… Bize bu hukuksuzlukları yaşatanlar, vicdanlarının azabından, tarihin ve Allah’ın gazabından kurtulamayacaktır.

BİR AYET YARGILANIYOR!

Savunmama her şeyden önce ve öncelikle ülkem ve Türkiye adına çok üzüldüğüm… Beni derinden yaralayan, ‘bir delilin’ değerlendirmesiyle başlamak istiyorum… Öncelikle dünya hukuk tarihine geçen en çarpıcı delili dikkatlerinize sunmak istiyorum. Savcı mütalaasını okurken benimle ilgili bölüme geldiğinde dikkat kesildim. Nefesimi tuttum, dinlemeye başladım. Ağzından ‘Muhakkak Allah adaleti emreder… Hayırlı Cumalar’ sözü çıkınca dondum kaldım. Duyduğuma inanamadım. Gayri ihtiyari ‘Ama o bir ayet’ diye tepki verdim. Savcı aldırmadı. Okumasına devam etti.

“Şoku uzun süre, atlatamadım. Gün boyu etkisinde kaldım. Damarlarımdan kanım çekildi adeta… Yanlış duyduğumu varsaydım. Yazılı metni beklemeye başladım. İlk tepkimi duyan savcının yanlışından dönmesini içtenlikle diledim. Bir yolunu bulup bu delili geri çekmesini temenni ettim. Ama yapmadı. Avukatım mütalaayı getirince ilk o mesaja baktım… Duyduğum doğruymuş. Söz ve yazı örtüştü.

“Evet, itiraf ediyorum… Bu tweet mesajı benim. Suçumu kabul ediyorum. Bu tweeti bir kez de yazmadım… Yıllar boyunca her Cuma tekrarladım. Suçum katmerli yani. Her Allah’ın Cuması bu suçu işledim. Pişman değilim. Hapishaneden çıkar çıkmaz kaldığım yerden devam edeceğim. Belki aylar, belki yıllar sonra işleyeceğim suçu buradan ilan ediyorum. Sadece siz yargıçlar değil dünya duysun. Geri adım atmıyorum. Aksine ileri adım atıyorum. Bu yüzden cezamı ağırlaştırarak verebilirsiniz. Bana vız gelir.  Benim için şereftir. Hayatımın onur abidesidir.

“Sayın yargıçlar, bu tweetin içeriği bana ait değil. Onun için tırnak içinde yazdım. Bir alıntı yani…
Tırnak içindeki ifadelerin başka yerden alınma olduğunu bilmek için Türkçe eğitimi almaya gerek yok. Mektebe yolu düşen herkes bunu bilir. Bu bir Ayet-i Kerimedir. Kutsal bir cümledir. Nahl Süresinin 90. ayetidir. Her Cuma günü camilerde Arapçasıyla birlikte okunur. Türkçe anlamı da okunur. Bu AYET herkesin kulağına değmiştir.

“Şimdi bu söylediklerimi, Savcının ihbar kabul etmesinden korkuyorum. Hayır, ben muhbir değilim. İhbar etmiyorum. Sadece bir gerçeği ifade ediyorum. Kendimi savunuyorum. Bu bilgileri paylaştıktan sonra, savcının benim tweet mesajımda yer alan ayeti her Cuma minberden okuyan imamlarla ilgili soruşturma açmasından da endişe etmiyor değilim. Bu ayet bir gazeteci için suç delili olur da bunu topluluğun önünde her Cuma tekrarlayan imamlar için suç olmaz mı? Savcının hukuk mantığına göre suç elbette… Hem de ağır suç… Sürekli tekrarlamanın ve topluluk önünde okumanın suçu benimkinden daha hafif olamaz herhalde… Kanunların önünde herkes eşit olduğuna göre… İmamların gazetecilere ayrıcalığı düşünülemez. Bugün Türk yargısında etkilerini gördüğümüz Engizisyon zihniyeti böyle devam ederse bu ayeti okuduğu için örgüt üyeliği ve Anayasayı ihlal iddiasıyla İmamlara toplu operasyon yapılması yakındır.

“DUYUN SESİMİ!”

“Savcı bu ayeti ‘suç delili’ olarak niye yazdı? 35 gündür düşünüyorum… Ben cevabını bulamadım. Bunun bir ayet, bir kutsal cümle olduğunu bilmediğini düşünemiyorum. Bunu bilmek için camiyle, cumayla barışık bir mümin olmak gerekmiyor. Bunun ayet olduğunu bilmek için bu toprakların kültüründen haberdar olmak ve bu coğrafyada nefes alıp vermek kafidir…

“Sayın yargıçlar! Bugün Milattan Sonra 10 Mayıs 2018…  Ülkenin yönetiminde kendisini muhafazakâr-demokrat olarak tanımlayan mütedeyyin kişilerin oluşturduğu AK Parti var. Buradan AK Partililerin kulaklarını çınlatıyorum. Alarm veriyorum. Duyun sesimi… Devr-i iktidarınızda bir ayeti kerime ‘suç delili’ olarak kayıtlara girdi. Ben bunu tanımlayacak bir kelime, bir kavram bulamıyorum. Dil kifayetsiz kalıyor. Skandal sözcüğü çok hafif düşüyor…

“Bir ayetin ‘suç delili’ olarak Esas Hakkındaki Mütalaada yer alması bu davanın özetidir. Benzer davalar için de fikir vermektedir. ‘Türkiye’de işler nasıl?’ diye sorarlarsa ‘Bir ayet suç delili’ olarak mahkemelerde yargılanıyor deyiniz… Kafidir. Başka soruya da, başka söze de hacet kalmaz. ‘Bekri Mustafa Ayasofya Camii’ne imam oldu’ fıkrasından daha vahimdir, daha ağırdır durum. AK Parti’nin kulakları çınlasın.

“Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan’a dilekçe yazdım ‘Devri iktidarınızda bir ayet suç delili olarak yargılanıyor… Haberiniz olsun,’ diye. Kendisiyle olan hukukum ve devlet anlayışım haber vermeyi gerektiriyordu çünkü. Son dönemde hukuk skandallarına, hukuk cinayetlerine fazlasıyla aşinayım. Ama bu kadarını beklemezdim. Türk yargısının bu duruma düşeceğini hiç ummazdım. Yaralandım… Savcı beni kalbimden vurdu. Yüreğim yaralı… Dilim yanık… Aradan 35 gün geçmesine rağmen şoku üzerinden hala atamamış biri olarak konuşuyorum. Anlayın beni.

“Açıkça söylüyorum… Bu dava hukukun Kerbelasıdır… Safım Hazreti Hüseyin’in hemen yanı başıdır. Bu Kerbela’da yerini doğru seçenleri selamlıyorum. Yanlış yerde duranları tarihe ve Allah’a havale ediyorum. ‘Ben Muhakkak Allah Adaleti Emreder…’ Hayırlı Cumalar’ ayetini, tweet mesajı haline getirerek hangi suçu işlemişim? Silahlı Terör Örgütü üyeliği ve Anayasayı ihlal suçu… Savcı bu tweeti yazdığım için ağırlaştırılmış müebbetle cezalandırılmamı istiyor. Müşahhas delil… Bir ayet…

“BENİ AYETİ SAVUNAN ADAM OLARAK HATIRLAYIN” 

“Bu herc-ü merçte benim payıma bir ayeti kerimeyi savunmak düştüğü için şükrediyorum. Bundan duyduğum şerefin hazzını yaşıyorum. Bir ayeti savunan dilime, yüreğime sağlık… Çocuklarıma, torunlarıma, sevenlerime bırakacağım en anlamlı miras bu. Bir ayeti kerimeyi gözünü kırpmadan, dilini yumuşatmadan, alacağı cezaya aldırmadan, başı dik savunan adam olarak hatırlasınlar beni. Bugün nerede olduklarını bilemediğim milyonlarca okurum da böyle yad etsin beni… Ayeti savunmak bana, ayeti ‘suç delili’ olarak yazmak savcıya, ayeti yargılamak siz mahkemeye, buna zemin hazırlamak da AK Parti’ye düştü.

“Siz yargıçlara hatırlatmak isterim ki… Eğer bana 1 gün bile ceza verirseniz bu Allah’ın ayetini mahkûm ettiğiniz anlamına gelir. Kelime ve cümle oyunlarınızla bu gerçeği örtemezsiniz. Tarih bu tabloyu böyle kaydedecek demiyorum, çoktan kaydetti bile… Ne mutlu ayeti savunan bana ve yanımda duranlara… Bahtsızlara acıyorum. Burası sadece ‘sanık kürsüsü’ değil… Tarihin de kürsüsü… Buradan, bu mahkeme salonundan, bu kürsüden günü geldiğinde işlem yapmak üzere tarihe dilekçe gönderiyorum. Savunmam boyunca başka dilekçelerim de olacak. İlk dilekçem bu… Savcıdan, siz yargıçlardan ve bu zemini oluşturan AK Parti’den şikayetçiyim. Nazım’dan ilhamla Vicdanımı pul diye yapıştırarak tarihe postalıyorum. Tarih hükmünü mutlaka icra edecek. Bugüne kadar tarihe hesap vermekten hiç kimse kaçamadı. Zırhlar, dokunulmazlıklar, ayrıcalıklar tarihin karşısında hiçbir işe yaramadı. Yarın da yaramayacak.

“Kendisini hesap vermez ve vazgeçilmez sananlar, tarihin ve kaderin hükmüne hep boyun eğdi. Bundan sonra da bu hakikat değişmeyecek… Bu yargılama tarihin bir parçası… Tarihi bir dava bu… Siz beni burada yargılarken, tarih de sizi yargılıyor…  Bugünün tarihini verirken ‘MS’ vurgusunu niye yaptım biliyor musunuz? Bir mesaj vermek için değil bir endişeden… Bu dava zamanın ruhuyla örtüşmüyor. Yarın tarihçiler aralarında bir ayetin de yer aldığı twitter mesajlarının, gazete yazılarının, kısaca düşünce ve ifade özgürlüğünün yargılandığı, bu davanın milattan önce görüldüğünü sanmasınlar diye MS diyerek özellikle dikkat çektim. Bu dava ne AB ile tam üyelik müzakereleri yapan Türkiye, ne de dünya gerçekleriyle bağdaşıyor.

“Asırlar öncesinden, Ortaçağ Engizisyon mahkemelerinden fırlamış aktörler gibiyiz burada. Bu bir kabus olabilir ama asla gerçek olamaz. Bir kabusun içindeyiz sanki… Ama uyanacağız… Tam 22 ay önce, 27 Temmuz 2016 günü gözaltı kararını sabah saatlerinde duyduğumda suçsuz olduğuma o kadar güveniyordum ki akşam üzeri evime gelen polislere gözümü kırpmadan teslim oldum. Pişman değilim. Velakin hukuk sistemine, Türk yargısına güvenmekle yanıldım. Türkiye Cumhuriyeti’nin bir hukuk devleti olduğunu, hukuk ne kadar zorlanırsa zorlansın suçlu ile suçsuzun günler olmasa bile haftalar içinde ayırt edileceğini düşündüm. Beni böyle düşündüren Türkiye’nin demokrasi ve hukuk geçmişiydi. 12 Eylül askeri darbesinin hukuksuzlukları, işkenceleri, zulümleri mahkemeye çıkıncaya kadardı. Mahkemede hukukun kendisini az da olsa gösterdiğini o günleri yaşayanlar hatıralarında anlatıyor. Bugün darbe dönemlerinden daha ağır tablo var karışımızda…

“Gözaltına alındığım 27 Temmuz günü bütün hayatım, gazetede yazdıklarım, televizyonlarda konuştuklarım gözlerimin önünden geçti… Bırakın suçu hiçbir şüphe, zihnime bir soru işareti takılmadı. Ben binlerce yazı yazmasına, saatlerce ekranlarda konuşmasına rağmen hakaret suçu bile işlememiş bir gazeteciydim. Adli sicilim tertemiz. Beyaz değil, bembeyazdı. İktidarda, adında ‘adalet’ olan bir parti vardı. Ayrıca yöneticilerini yakından tanıyordum. Anayasayı, yasaları az çok biliyordum. İki polisin arasında Ankara Emniyeti’ne güvenle, gönlü rahat, başı dik, alnı ak olarak girdim. 22 ay tutuklu kalacağımı aklımın ucundan bile geçirmedim. Aklıma gelmeyen başıma geldi. AK Parti iktidarında tutuklanacağımı, yıllarca hapis yatacağımı hayal bile edemezdim. Bir devlet aklının veya Anadolu sağduyusunun devreye gireceğine inanıyordum…

TURNANIN ÇIĞLIĞI…

“Fakat… Güvendiğim dağlara karlar yağdı. Kalpleri, dilleri buz tuttu. Ankara’nın yollarında beraber ıslandığım insanların bugün her biri lal kesildi ve ‘Dilsiz Şeytanlar Kulübünün’ birer üyesine dönüştü. Soruşturma ve kovuşturma süreçlerimin hiçbir safhasında hukuku göremedim. Anayasa ve yasalardan, uluslararası sözleşmelerden kaynaklanan haklarım ihlal edildi. İnce ince işkencelere uğradım. Ankara’dan İstanbul’a nakil sırasında bileklerime ters kelepçe takıldı. Sigara dumanları arasında geçen yolculuğumuzda polisler sabah namazı kılmama izin vermedi. AK Parti’nin kulakları çınlasın…

“Sadece emniyette sorgulandım. Savcının yüzünü görmedim. Sorular bir suçluya sorulması gereken sorular değil anket sorularıydı. Yazdıklarım, twitter mesajlarım veya konuştuklarım üzerine hiçbir soru sorulmadı. Belli ki hukuk rafa kalkmış, hüküm çoktan verilmişti… Genel geçer 80 milyona sorulacak sorular… O sorularla hiçbir hukuk sistemi – ilkel, kabile ve aşiret hukuku dahil – bir kişiyi tutuklayamaz. Tutuklamaz. Bir proje mahkeme olan sulh ceza hakiminin bir gece yarısı ‘hepinizi tutukluyoruz’ dediği zaman romancı Anna Sephergs’in yazdığı gibi benim için de ‘bütün gündüzlere son veren o gece başladı.’ Artık gündüzler karanlık, geceler karanlıktı benim, ailem ve sevenlerim için. Bir zindanı ve tel örgülerle kaplı kampı andıran Silivri’de küçük beton hücremde ‘T.C. Hukuk Devleti’ vasfının kendisini göstereceği günleri sabırla bekledim. Ama heyhat…

Adalet çığlıklarım Arş-ı Âlâ’ya ulaştı… Fakat siz yargıçların yüreğine değmedi. Mahkemeniz her ay aynı cümle aynı kelimelerle tekrarladığı ‘tutukluluğun devamı’ kararlarını otomatiğe bağladı. Tutukluluk değerlendirmeleri öncesinde her ay en az 3 tane, turnanın çığlığı gibi çığlık çığlığa kaleme aldığım tahliye talepli dilekçelerimi okuduğunuza ve dosyaya baktığınıza inanmıyorum. Eğer okusaydınız mutlaka vicdanınızda, yüreğinizde  bir karşılığı olurdu… Siz de et ve kemikten yaratılmış duyguları olan insanlarsınız. Adalet feryadına duyarsız kalamazsınız.

“EY HABİBİ NECCAR NEREDESİN?” 

22 aydır beton hücremden, şehrin öte yakasından koşup gelecek bir ADAMIN hayalini kurdum. Haksızlıklara, adaletsizliklere, hadsizliklere kollarını makas gibi açarak ‘DURUN’ diyecek ‘Ey kavmim! Hukuka dönün… Adalete dönün…’ diyerek Antakyalı Habib-i Neccar gibi haykıracak birini bekledim. Anadolu’nun münbitliğine rağmen o güçlü ses çıkmadı. Koca ülke üzerine ölü toprağı serpilmiş gibi sessizliğe gömüldü. Haksızlık etmeyeyim… Hiç güzel ses çıkmadı değil. Tek tük çıktı. Lakin Çok cılız ve yetersizdi… Gidişata tesir etmedi. Habib-i Neccar’ın misyonu, bayrağı sahipsiz kaldı. Ona üzülüyorum. O kahraman Habib-i Neccar’a selam olsun…

“Daha yakın bir tarihten, Bir Sırp askerinin yiğitliğini hatırlatmak istiyorum. Bosna Savaşı’nda masumların kırıldığını görünce Sırp ordusunu terk edip Müslümanların safına geçti. Dinini, ismini değiştirmeden… Vicdanı soykırıma isyan etti. Müslümanlarla omuz omuza soykırıma karşı savaşırken öldü. Saraybosna Müslüman mezarlığına defnedildi. Bu yiğitliği de göremedim. Anadolu’nun bu kadar çoraklaşacağını hiç beklemezdim.

“Sayın yargıçlar! Ben adil yargılandığıma inanmıyorum. Benim masumiyetimi göremediniz. Suçlu ile suçsuzu ayırt edemediniz. Dava sürecim hukuk skandallarıyla dolu… Türk yargısına güvenimi yok ettiniz. Verdiğiniz ve vermediğiniz kararlarla itimadımı sıfırladınız. Yüzde 85’in içindeyim yani. Ki yargıya olan güvensizlik 1071’den bu yana en yüksek seviyeye çıktı. Yüzde 90’lara dayandı. Engizisyonla yarışıyorsunuz. Yaşadığım hukuksuzluklar saymakla bitmez… Avukat görüşüm kısıtlandı. Telefon görüşüm kısıtlandı. Kapalı görüşüm kısıtlandı. Mahpusluğumun her aşamasında özel hukuksuzlukların muhatabı oldum…

“BENİM GÖKYÜZÜM TELLERİN ARDINDA” 

“Hücrenin açıldığı minik bahçe bile kafeslendi. Bir avuç gökyüzü tellerle perdeli…. Bir ay önce kaybettiğimiz Ülkü Tamer’in bir dizesinde söylediği gibi ‘İçime çektiğim hava değil, gökyüzüdür’… Silivri’de içime çekebileceğim temiz, berrak gökyüzüm yok. Hayatı cezaevlerinde geçmiş Sabahattin Ali’nin meşhur şiirinde dile getirdiği gibi… ‘Görmek istersen denizi / Yukarı çevir yüzü / Deniz gibidir gökyüzü…’ Benim gökyüzüm deniz gibi değil, tellerin ardında… Devlet ya da bugünün iktidar sahipleri bana Çetin Altan’ın deyişiyle bir avuç gökyüzünü bile çok gördü… Alacakları olsun…

“Suçumu bilemeden, neden tutuklandığımı öğrenemeden aylar geldi geçti. İddianameden önce savcının hakkımda 3 defa ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası istediğini öğrendim. İddianame suçumun değil suçsuzluğumun belgesi. 9 yazı başlığına atıf yaptığı iddianamesinde savcı, yazılar için ‘Görünürde suç unsuruna rastlanmayan yazılar’ tespitini daha doğrusunu itirafını kayıtlara geçirdi. İlk duruşmada hepsini tek tek izah ettim. Zihinlerdeki şüphe bulutlarını dağıttım. Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’daki sözünü tekrar hatırlatıyorum: ‘100 tavşandan bir at oluşturamayacağınız gibi 100 kuşkudan hiçbir zaman bir kanıt oluşturamazsınız.’ Siz yargıçlar yazı başlıklarından ‘müşahhas kanıt’ kanaati oluşturdunuz ve tutukluluğun devamına gerekçe yaptınız…”

Mustafa’nın savunması değil, yargıyı hukuku, ve adaleti esir almış insanlığın yüz karalarını,   hukuk mesleğinin maskaralarını yargılaması bu minval üzere devam ediyor. Pek adetim değildir ama bu yazıyı okuyacak olanlara tavsiyem ne yapıp edip Mustafa Ünal’ın savunmasını bulun okumaları… Böylece hem mahkeme salonlarında mahkeme suratlı zalimlerin yüzüne haykıran onurlu seslerden bir ses duymuş, hem de bu kıymetlerin boğulan seslerine belki bir ses olursunuz. Ses olamazsanız bile okudukça kendinizi kaptıracağınız hissiyat, aziz mübarek bu Ramazan günlerinin hürmetine belki tüm mazlumlar için Hak katında bir dilekçe hükmüne geçiverir. Kim bilir?

(Kaynak: Bülent Keneş/TR724 http://www.tr724.com/ey-ahali-mustafayi-duydunuz-mu/)

Exit mobile version