“Sürgün ile cezaevi arasında fark olmadığını anladım”
Onların “büyük suçları” yaptıkları haberlerdi. Birçoğu daha önce de cezaevine girdiğinden bir daha bu riski göze alamayarak geçmişlerini bir sırt çantasına sıkıştırıp düştü yola. Zorlu yolların ardından ulaştıkları Avrupa’ya geldikleri günden bu yana ise kendilerine hep şu soruyu soruyorlar: “Cezaevi mi, sürgün mü?” Hepsi mesleklerini devam ettirmenin koşullarını arıyor ve devam etmek istiyor. Ama en çok istedikleri mesleklerine ülkelerinde devam edebilmek, başka bir yerde değil. Mülteci gazeteciler yazı dizisinin ilk konuğu Selman Keleş.
Çağdaş Kaplan, Atina
Dünyadaki tutuklu gazetecilerin üçte birini cezaevlerinde bulunduran Türkiye’de gazeteciler de gazetecilik de en zor günlerini yaşıyor.
İktidar, medyanın yüzde 95’ini kontrol altında tutarken, denetim altına alamadığı gazetecileri açılan davalar ya da hapis cezalarıyla susturmaya çalışıyor.
Türkiye Gazeteciler Sendikası‘nın (TGS) verilerine göre ülkede hala 142 gazeteci cezaevlerinde. Uluslararası Basın Enstitüsü (IPI), 15 Temmuz 2016’dan bu yana kapatılan medya kuruluşu ve basımevi sayısının 170’e ulaştığını belirtiyor. Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü’nün her yıl yayımladığı basın özgürlüğü endeksinde ise Türkiye 180 ülke arasında 157. sırada ve ‘özgür olmayan’ kategorisinde.
Durum buyken mesleğinde ısrar eden gazetecilerin payına yaptıkları haberlerden dolayı onlarca yıl cezayla yargılandıkları “terör” soruşturmaları, hapis cezaları, cezaevleri ve işsizlik kalıyor.
Türkiye tarihinde sıkça muhalif siyasetçilerin ve gazetecilerin başına gelen “sürgün” de son yıllarda onlarca gazeteci için zorunlu bir tercih.
Son bir yılda yargılandıkları davalardaki ceza tehdidi ve kesinleşmiş hapis cezaları nedeniyle ülkelerini terk ederek Avrupa ülkelerine geçmek zorunda kalan gazetecilerin sayısının 100’e yaklaştığı düşünülüyor. Bu gazetecilerin çoğu, iktidar hangi gücün elinde olursa olsun üzerinden baskının eksik olmadığı Kürt medyasından oluşuyor. Yine çoğu henüz meslek hayatlarının başındaki genç gazeteciler.
Peki, onlar neden bu yolu tercih etti? Hangi riskleri göze alarak bu yola çıktılar, sürgün yolunda ne tür badireler atlattılar? Yasal süreçlerinde durum ne? Yaşamlarını nasıl idame ediyorlar, ne yiyip ne içiyorlar? Gittikleri ülkelerde gazeteciliğe devam ediyorlar mı ya da etmeyi düşünüyorlar mı? Ülkede cezaevi mi, yoksa sürgün mü? Pişmanlar mı?
Tüm bu soruları sürgündeki gazetecilere sorduk, onlar da yanıtladı.
Selman Keleş’in sürgünü
“Mülteci Gazeteciler” dosyasının ilk gününde son 1 yıldır sürgünde olan gazeteci Selman Keleş’le konuştuk.
Keleş, Erzurum Atatürk Üniversitesi Gazetecilik Bölümü mezunu.
2011 yılında Evrensel gazetesinde stajyer olarak profesyonel meslek hayatına başlayan Keleş, 2013 yılından itibaren Dicle Haber Ajansı’nda (DİHA) muhabirlik yapmaya başladı. Ardından da gözaltılar, soruşturmalar, tutukluluk ve sürgün.
Keleş meslek hayatı boyunca tam 8 kez gözaltına alınmış. Son olarak sokağa çıkma yasakları sırasında yaptığı haberler ve çektiği fotoğraflar sebebiyle 20 Mart 2017’de gözaltına alınan gazeteci, 8 ay tutukluluğun ardından serbest bırakıldı.
Ama tahliyenin hemen ardından savcının itirazı üzerine hakkında yeniden tutuklamaya dönük yakalama emri çıkartıldı. Hakkındaki yakalama kararı 45 gün sonra kaldırılsa da bu kez yaptığı haberler nedeniyle hakkında “örgüt üyeliği” iddiasıyla 3 dava açıldı ve TCK 301’den bir soruşturma başlatıldı.
Tüm bunların ardından o da yeniden cezaevi yerine sürgünün yolunu tutmaya karar vermiş.
“Farklı insanlar da yaşadı mı bilmiyorum ama cezaevi sonrası artık attığım adımları bile garip bir şekilde sayıyordum. Kaç adım gittim ya da bu adımlarımın sonu nereye çıkacak? Polis gördüğüm yerden dolanarak farklı bir yoldan geçmeye başlıyordum artık. Zayıf, uzun ve esmer olmamdan kaynaklı olacak ki geçtiğim her yerde muhakkak polislerce durdurulup çantası aranan ilk kişi oluyordum. ‘Erzurumlusun, burada ne işin var?’, ‘Ne zamandan beri buradasın?’, ‘Ne yapacaksın?’, ‘Bu hakkında açılan dosyalara ne diyeceksin?’… Peygamber olsan peygamberliğini inandıramazsın zaten ama tükürüğü kursaktan geçirdikten sonra ‘başıma ne gelir’ çekincesi ile cılız bir şekilde ‘gazeteciyim’ diyebiliyorsun ancak. Sonrası onların ruh hali ve insafına kalmış” diyor Keleş, ülkeyi terk etme kararına nasıl ulaştığını anlatırken.
Ancak karar almak yetmiyor. Yurt dışına çıkış yasağı olduğu için bunu kaçak yollarla yapmak zorunda kalmış.
O da binlerce mültecinin yaptığı gibi ilk durak olarak Yunanistan’ı seçmiş ama işler istediği gibi gitmemiş.
Anlatırken “maceralı bir yolculuk” dese de 28 yılını bir sırt çantasına sığdırıp yanına aldığı bu yolda birçok hayati risk atlatmış.
Meriç’in soğuk suları
2018’in Nisan ayında gerçekleşen ilk denemede yüklü bir miktar parasını kaçakçılara kaptırmış, başka bir kaçakçı ile ikinci denemesinde ise aşırı rüzgardan ötürü Meriç Nehri üzerinde botla kendilerini karşı kıyıya atamayınca geri dönmüş.
Ertesi gün aynı yolu bir daha denemeye karar vermiş. Bu kez de tam botla karşıya geçmeye hazırlanırlarken askerler bulundukları bölgeye baskın düzenlemiş. Ama “bu kez vazgeçmek yok” deyip yanındakilerle birlikte çamur ve karanlığın içinde saatlerce askerlerden kaçıp, gizlenmişler. İzlerini kaybettirdikten sonra ise bota binerek Meriç’i geçmeye koyulmuşlar ama yaşananlar bununla sınırlı kalmamış.
Bu kez botları Meriç’in ortasında bir karaya çıkmışlar. Tabii kaçakçı “Yunanistan’dasınız” diyerek onları orada bırakıp geri dönmüş. Ancak ileri baktıklarında henüz nehrin hala ortasında olduklarını fark etmişler. Yüzme bilmedikleri için suya atlama riskini de göze alamamışlar başta. Buz gibi soğukta defalarca kez nehir suyunda ıslanmışlar. Sonunda, yanlarında yüzme bilen bir arkadaşlarının yardımıyla Yunanistan kıyısına geçebilmişler.
“Neyse ki hepimiz sağ salim karşıya geçebildik ama biraz daha uzun sürseydi bir ölüm de kaçınılmazdı. Yaklaşık yedi saat Meriç’in sularında kaldık, ölüm duygusunu daha öncede iki kez yaşamıştım ama böyle bir ölümden korkmuştum açıkçası. Bir nehirde ölmek istemezdim.”
Yunanistan Keleş için sadece bir durak olmuş. Bu kez de Avrupa’ya geçişin yollarını aramaya koyulmuş.
Daha önce parasını kaçakçılara kaptırdığı için bir arkadaşı ile birlikte en ucuz yolu bulmaya çalışmış: sınırları yürüyerek geçip, ardından da taksi tutup geçtikleri ülkeden bir diğer ülkenin sınırına kadar ulaşmak.
Arnavutluk, Karadağ, Bosna, Hırvatistan, Slovenya, İtalya ve nihayetinde 20 gün sonra İsviçre’ye ulaşabilmiş Keleş. Tabi bu sırada Arnavutluk’ta gözaltına alınmış ama Türkiye kimliğini gizlemiş ve Suriyeli mülteci olduğunu söyleyip bir gün sonra serbest bırakılmış.
“Sürgün ile cezaevi arasında fark olmadığını anladım”
Keleş şu anda İsviçre’nin 26 kantonundan biri olan Zug’da yaşıyor. İltica için yasal sürecini tamamlamış ve Almanca dil kursuna gidiyor. Tek geçim kaynağı ise devletten aldığı sosyal destek.
Keleş’in ümidi burada da mesleğine devam edebilmek.
Şu sıralar bir yandan dil öğrenirken diğer yandan da bir belgesel projesinin hazırlığı içerisinde. On binlerce mültecinin ilk durağı olan Yunanistan’da kaldığı 3 ay süresince mülteciler ile ilgili gözlemlerini ve göç yolunu bir mülteci gazeteci olarak kamuoyuna aktarmak için çalışıyor. Türkçe ve Kürtçe iki dilli olacak belgeselin ismi ise “Yolun gözyaşları.” Belgeseli çekebilmesi için hem teknik hem de maddi kaynak yaratmakla meşgul şu sıralar.
Keleş’le “Ülkede kalıp cezaevinde yatmak mı, yoksa sürgün mü?” sorusunu da konuşuyoruz.
“Geldikten sonra sürgün ile cezaevi arasında bir farkın olmadığını yaşayarak anladım” diye başlıyor söze. Ardından ilk durağı Yunanistan’dayken cezaevini göze alarak yeniden ülkeye dönmeyi çok düşündüğünü anlatıyor.
Edward Said’in, “Sürgünü yaşamak korkunçtur. Sürgün, bir insan ile doğup büyüdüğü yer arasında, benlik ile benliğin gerçek yuvası arasında zorla açılmış olan onulmaz gediktir” sözünü hatırlatıyor Keleş.
“Bu gedik hep açık olacaktır. Sürgün herkeste farklı bir duygu ve açlık uyandırır tabi ama bunu ağır hissedenlerdenim sanırım. Bu topraklarda turist değiliz elbette, kendini bir bakıma korumalısın da. Sürgünün yarattığı gediği dolduramayız elbette ama acılarını hafifletmek için kendini ve kimliğini korumalısın aksi takdirde bir hafıza kaybı yaşarsın.”
Üretmemek: Sürgünün yarattığı bir eksiklik
Keleş’in bir de kendisine ve sürgündeki diğerlerine yönelik bir eleştirisi var. Sürgünün gidenleri atıllaştırdığını düşünüyor. “Sürgünün bizde yarattığı en büyük eksiklik ise bir şey üretememek. Bir fikir ya da bir ürün. Sürgün bunun için iyi bir zemin hazırlıyor ama maalesef ne kültürel ne de edebi bir üretim süreci içerisindeyiz. Yaşanılan hiçbir şey sıradan olamaz, hele bizlerin yaşadıkları hiç sıradan değil. Yaşadığımız şeyleri sıradan şeyler olarak görmemeliyiz. Toplumsal hafızaya katkı sunmalıyız. Aksi durumda sürekli bir tüketim içerisindeyiz, kendimizden tüketiriz, bize bırakılan mirastan tüketiriz. Ülkede belki esaret oldu, eksiklerimiz oldu, hatalarımız oldu ama teslimiyet olmadı. Burada ise üretim süreci içerisinde olmamayı ülkedeki bir teslimiyetle eş değer buluyorum. Sürgün yabancı bir kelime de değil bizler için ve aksine çok değerli eserler kazandırmıştır, çok değerli şahsiyetler kazandırmıştır.”
Sınırın öte tarafı göründüğü gibi değil
Sürgünü bir çocukluk anısını da örnek vererek anlatıyor gazeteci Keleş.
“Sürgün aynı zamanda küçük bir anımı anımsatıyor ve arasında güçlü bir bağlantı kuruyorum. 12 yaşıma kadar doğduğum köyden dışarı adım atamamıştım. Bizim oradan gençler İstanbul’a gider ve aylar sonra köye beyaz bir gömlek, üzerine beyaz spor ayakkabı giyerek gelmiş olurlardı. Traş olur ve biraz da tenleri beyazlaşırdı.
Bu bizde farklı bir duygu uyandırırdı. İstanbul’a gidip beyaz olup gelmek isterdik. Bir de berberde traş olacaktık.
Bu gençleri model alanların hiçbiri okumadı, İstanbul’da inşaatlardan bir daha çıkamadılar ve çoğu bu inşaatlarda veya tekstil atölyelerinde ağır hastalıklara yakalandı
Tabi ben de 16 yaşına basınca aileyi zor bela ikna ederek ‘beyaz olmak’ hevesi ve biraz hava olsun diye yeni elbiseler almak umuduyla İstanbul’a çalışmaya gittim. İstanbul’a ayak bastığım gün ile sürgüne geldiğim gün arasında hiçbir fark bulamadım. 20 kişinin kaldığı bodrum katlarında, tavanlardan damlayan suyun duvarlarda bıraktığı ‘rönesans tablolarının’ gerçekliğiyle karşılaştım. Çalıştığım tekstil atölyesi ve kaldığım binanın bodrum katı dışında bir yere gitme şansım olmadı iki ay boyunca. Kimsenin de olmadığını orada öğrendim. Sonrasında ise İstanbul’a tövbe ettim.”
Keleş, benzeri bir durumun Avrupa ülkelerinde yaşamını sürdüren gazeteciler için de geçerli olduğunu düşünüyor.
“Aradan 11 yıl geçti ama hiçbir fark yok bence şimdiki durumla. Çok uzatmak da istemiyorum bu konuyu ama Avrupa’ya zorunlu olarak gelenler neredeyse her gün bir turist edasıyla güzel bir mekanın karşısına geçerek fotoğraflar, selfieler çekmekte ve bu fotoğrafları sosyal medya hesaplarıyla paylaşmakta. Ama kendi mülteci gerçeklerini anlatmıyorlar. Bu fotoğrafları ülkeden görenler ise doğal olarak bizim köyden İstanbul’a gitmek için can atan gençler gibi hemen ilk fırsatta Avrupa yoluna düştüğümüzü sanıyor. Buraya geldiklerinde ise hayal kırıklığı yaşarlar. Askerde lavabo temizleyen erlerin, hatıra fotoğrafı için ellerine aldıkları emanet silahlar gibi duruyor durum. Mülteci ve sürgün gerçekliğini anlatan kimse olmuyor, anlatan olursa da anlamayan çok oluyor.”
Kaynak:Medya ve Hukuk Çalışmaları Derneği