Site icon International Journalists

BM Raportörü: Tutuklu gazetecilerin bırakılması şart

BM İfade Özgürlüğü Özel Raportörü, Dünya Basın Özgürlüğü Günü’nde hükümeti gazetecilerin serbest kalması için hızla harekete geçmeye çağırdı

Punto24 Bağımsız Gazetecilik Derneği (P24) tarafından her yıl 3 Mayıs Dünya Basın Özgürlüğü Günü’nde Mehmet Ali Birand’ın anısına düzenlenen konferansların yedincisi COVID-19 önlemleri nedeniyle çevrimiçi bir toplantıyla gerçekleştirildi.

İsveç İstanbul Konsolosluğu’nun işbirliğiyle düzenlenen toplantıda bu yılın Mehmet Ali Birand Konuşması’nı Birleşmiş Milletler Fikir ve İfade Özgürlüğü Özel Raportörü David Kaye yaptı. Toplantıya İsveç Dışişleri Bakanı Ann Linde de bir video mesajla katıldı.

David Kaye “Patojen mi, baskı mı?” başlıklı konuşmasında, COVID-19 pandemisi koşullarında fikir ve ifade özgürlüğü, bağımsız medya ve bilgiye erişim hakkı konularını ele aldı.

Kaye, Türkiye ve diğer ülkelerde cezaevinde tutulan gazetecilerin derhal serbest bırakılmasını isterken şöyle konuştu: 

“Hiçbir medya çalışanı işini yaptığı gerekçesiyle cezaevinde olmamalı. Ancak keyfî ve hukuksuz biçimde tutuklanan gazeteciler, şimdi buna ilaveten sağlıklarına ve hayatlarına yönelik bir risk altındalar. Devletler onların salıverilmesini insanî amaç çerçevesinde görsün ya da görmesin, devletlerin hapsettikleri bütün gazetecileri serbest bırakmaları şarttır. Gazeteciliği suç saymaya devam eden hiçbir devlet, pandemi esnasında insanları hapsetmenin yarattığı ilave risk söz konusuyken, hakaretin yasaklanması ve terörle mücadele kisvesindeki suçlamalar da dahil bu tür davaların peşinde olmamalıdır.”

“Ahmet Altan’ın çok iyi bildiği bir mesele”

David Kaye, 3 Mayıs 2014’te, Mehmet Ali Birand Konuşmaları’nın ilkini yapan Ahmet Altan’ı da andığı konuşmasında şunları söyledi:

“Bağımsız medyanın korunması ve güçlendirilmesi bu konferansların ilkini veren Ahmet Altan’ın çok iyi bildiği bir meseledir… Bugün P24’ün verilerine göre 100’den fazla medya çalışanının cezaevinde olduğu Türkiye’de gazetecilik üzerindeki devam eden baskılar sona ermeli. Tutuklananlar gazeteci, aktivist veya görüşleri nedeniyle tutulan muhabirler, araştırmacılar ve diğerleri serbest bırakılmalı. Hükümeti bunu yapmak için hızla harekete geçmeye çağırıyorum.”

Kaye, gazetecilerin maruz kaldıkları siyasi saldırılardan söz ederken Suudi Arabistan vatandaşı gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın İstanbul’da Suudi Arabistan yetkililerince öldürüldüğünü hatırlattı ve “bu cinayetin hesabı sorulamadı” dedi.

Konuşmasında pandemi koşullarında hak ve özgürlüklerin kullanımına ilişkin hukukî bir çerçeve çizen Kaye, sözlerini şöyle tamamladı:

“İfade özgürlüğüne değer veren, sağlam ve bağımsız bir medyaya değer veren herkesi, bilgi ve haber alma hakkımızı korumak konusunda tıpkı P24 gibi tetikte olmaya çağırıyorum. Hükümetlerin bu krizi kendi gücünü genişletmek için kullanma çabasına karşı tetikte olmalıyız. Ciddi bir halk sağlığı tehdidiyle karşı karşıya olduğumuz şu günlerde, kendi otosansürümüze karşı da tetikte olmalıyız. Ve ister Türkiye’de ister dünyanın başka bir yerinde olsunlar hapisteki gazetecilerin serbest bırakılmasına yönelik olarak sürdürdüğümüz savunuculukta da tetikte olmalı, hükümetlerin yükümlülüklerini yerine getirmelerini ve bu patojeni yeni bir baskı aracına dönüştürmemelerini talep etmeliyiz.”

Ann Linde: “Medya özgürlüğü iyi işleyen bir toplumun temelidir”

İsveç Dışişleri Bakanı Ann Linde de, toplantıya gönderdiği mesajın bir bölümünde şu ifadeleri kullandı:

“Koronavirüs pandemisinin küresel etkisi kendisini birçok biçimde gösterdi. Dünyada haddinden fazla sayıda hükümet, bunu, özgürlüğü kısıtlamak, bilgiyi denetlemek ve kendi yetkilerini genişletmek için fırsat bildi. Medya özgürlüğü, ifade özgürlüğü ve düşünce özgürlüğü sadece iyi işleyen bir demokrasinin değil, aynı zamanda bir bütün olarak iyi işleyen bir toplumun da temelini oluşturur. 

İsveç’in, hem İstanbul’daki başkonsolosluğumuz hem de Ankara’daki SIDA aracılığıyla Türkiye’deki özgür medyayı, bağımsız gazetecileri, insan haklarını ve sivil toplumu desteklemek konusunda uzun bir geçmişi vardır. Bize güvenebileceğinizi biliyorsunuz.”

Yazar Cemre Birand’ın da kısa bir konuşma yaptığı toplantının kesintisiz video kaydı bir süre sonra Türkçe altyazılı olarak P24’ün YouTube kanalında yayınlanacak.

BM Özel Raportörü David Kaye’in yazılı konuşma metninin Türkçe çevirisi ise aşağıda sunuyoruz:

Patojen mi, baskı mı?


David Kaye

“Eğer bilgi sahibi değilseniz, nasıl fikir sahibi olabilirsiniz?”

Siyaset felsefecisi Hannah Arendt —Türkçe çevirisiyle— sekiz kelimede, Medeni ve Siyasi Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme’nin herkesin istediği düşünceye müdahale olmaksızın sahip olma hakkını koruyan 19’uncu maddesinin birinci fıkrasını, herkesin bilgiyi ve her çeşit fikri, ülkesel sınırlara bağlı olmaksızın, her çeşit medyayı kullanarak araştırma, edinme ve iletme hakkını güvenceye alan 19’uncu maddesinin ikinci fıkrasına bağlayan teoriyi özetleyivermiştir. Arendt şunu da kayda geçirmiştir: “Eğer herkes her zaman yalan söylüyorsa … kimse artık hiçbir şeye inanmaz … Ve artık hiçbir şeye inanamayan bir toplum kendi başına karar veremez. Sadece eyleme geçme kapasitesinden değil, düşünme ve değerlendirme kapasitesinden de yoksun kalır. Ve bu haldeki bir topluma her istediğinizi yapabilirsiniz.”

Hannah Arendt neden söz ettiğini biliyordu. Totaliterlik üzerine çalışan, Nazi Almanyası’ndan kaçmak zorunda kalmış bir akademisyen olarak, insan hakları hukukunun birbiriyle kesişen ve temel nitelikteki haklarını — düşünceye sahip olma ve ifade, bilgiye erişim, özerklik ve kendi kendini yönetme hakkı — Medeni ve Siyasi Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme ile İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin demokratik değerleri yüceltme ve insan hayatını koruma biçimine uygun olarak ortaya koyuyordu. Aklını meşgul eden şey, otoriterliği kolaylaştıran türden bir propaganda olsa bile, yaptığı vurgu bireyin bilgiye dayanarak kanaat oluşturma ve bu kanaate uyumlu davranışlarda bulunma imkânına müdahale eden her türlü hükümet uygulamasını kapsıyordu. Tarihin bu noktasında hepimiz, Arendt’in aklındakinin tam olarak ne olduğunu ve Sözleşme’yi ve Sözleşme’den 20 yıl önce de Beyanname’yi kaleme alanların, bu konunun neden ifadenin güvenceye alınması için vazgeçilmez olduğuna inandığını gayet iyi anlayabiliyoruz.

Şimdi bir pandemi dönemi yaşıyoruz. Gelin bunun, küresel kamuoyunda yarattığı şokun yardımıyla uluslararası eşgüdüm ve işbirliğine olan ihtiyacın farkına varılmasını sağlayacağına, sansürün her biçiminin bir dizi insan hakkına müdahale anlamına geldiği konusunda bizi sarsarak uyandırma işlevi göreceğine, bilgiye erişimin güçlendirilmesinin sağlığın, hayatın, özerkliğin ve iyi yönetişimin de güçlendirilmesi sonucunu vereceğine, ve kısıtlamaların — meşru bir amaca yönelik olduğu zamanlarda dahi — yasallık, gereklilik ve orantılılık ölçütlerini karşılaması gerekeceğine dair ümidimizi koruyalım.

Ancak bugün haddinden sık biçimde oportünizme, otoriter iktidarın konsolidasyonuna ve yürütme gücünün orantısız kullanımına tanık oluyoruz. Hastalığın patojeninin aynı zamanda baskının patojeni olma işlevi de taşıdığını görüyoruz. Bu perspektiften bakıldığında, bu pandemi özgür ifade açısından da bir krizdir — doğal nedenlerle ortaya çıkmış ancak uyarı ve duyuru altyapılarını zayıflatan enformasyon politikalarıyla beslenmiştir. Oysa, bireyler ve onların içinde yaşadığı topluluklar, bilgi edinmeleri engellendiğinde, enformasyon kaynaklarına olan güvenleri azaldığında ve kamu yetkililerinin açıklamalarına propaganda ve dezenformasyon hâkim olduğunda, kendilerini hastalığa karşı koruyamazlar.

Pandemi ve ifade özgürlüğü

Dünya Sağlık Örgütü’nün pandemiler söz konusu olduğunda bilginin nasıl ele alınması gerektiğine ilişkin genel yönlendirmesi uluslararası insan hakları hukukunun gerekleriyle uyumludur. Bu yönlendirme, devletin topluma güvenilir bilgi aktarmasının önemini vurgulamaktadır. Ancak bütün önemine karşın, bir pandemi esnasında fikir ve ifade özgürlüğünü ilgilendiren en temel bazı soruları cevaplamaktan da uzaktır: Devletin, toplumun pandemi konusunda eğitilmesine ilişkin yükümlülükleri nelerdir? Toplum pandemiye ilişkin bilgiye ne ölçüde erişebilecektir? Bir devlet, toplumun sadece hükümet yetkililerinin onayladığı “meşru” bilgileri edinmesini sağlamak üzere kısıtlamalar getirebilir mi? Bir devlet medyanın pandemiye ilişkin haber yapmasına kısıtlama getirebilir mi?

Uluslararası insan hakları hukuku, özellikle de ifade özgürlüğü bağlamında, kamu sağlığıyla ayrılmaz bir bütündür. Medeni ve Siyasi Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme’nin 19’uncu maddesinin ikinci fıkrası, ifade özgürlüğünün çok yönlü, bakış açısıyla kısıtlanmamış, sınırları olmayan ve açık uçlu niteliğini gayet net bir şekilde tarif etmiştir. 19’uncu maddenin üçüncü fıkrası, hükümetlerin ifade özgürlüğünü kısıtlayabilmesine dar bir zeminde imkân tanırken, her türlü sınırlamanın yasaya dayanması, başkalarının haklarına ve itibarlarına saygı veya ulusal güvenliğin ya da kamu düzeninin veyahut toplumun sağlığının ve ahlâkının korunması açısından gerekli olmasını şart koşar. Demek ki, bu tür kısıtlamalar, gereklilik ve orantılılık sınavını geçmek ve sadece meşru bir amaca hizmet etmek zorundadır.

Öncelikle, “yasaya dayanma” ölçütünün, sadece yasanın net bir şekilde ortaya konmuş olmasını değil, aynı zamanda yasanın kapsam, anlam ve etkisinin de bireylerin davranışlarını yasayı ihlal etmeden düzenlemelerine imkân verecek şekilde berrak olmasını da gerektirdiği iyi bilinmektedir. Bu ölçütler halk sağlığına ilişkin acil durumlarda da aynen geçerlidir.

İkincisi, gereklilik ilkesi kapsamında, bir devlet ifade özgürlüğünü meşru bir zeminde sınırlamak istediğinde, ifade ile var olduğu söylenen tehdit arasında doğrudan ve ivedi bir ilişki olduğunu göstermelidir. Gerekliliği ortaya koymak devletin yükümlülüğüdür, böyle bir gerekliliğin olmadığını göstermek müştekinin yükümlülüğü değildir. Gereklilik, orantılılığı ima eder, buna göre kısıtlamalar spesifik bir amaca hizmet etmeli ve uygulamanın hedefindeki kişilerin diğer haklarına yersiz biçimde müdahale etmemelidir ve uygulamanın üçüncü tarafların haklarına müdahalesi sınırlı ve uygulamaya temel oluşturan çıkar açısından meşru olmalıdır.

Yasallık, gereklilik ve orantılılık ilkeleri her koşulda geçerlidir; bu ilkeler COVID-19’un yarattığı halk sağlığı tehdidiyle başa çıkmaya yönelik çabalar kapsamında bir kenara bırakılamaz. Aksine, Sözleşme’nin özgür ifadeye verdiği olağanüstü değerden ve, aynı zamanda, halk sağlığı politikalarını da ilerletme işlevi görmelerinden ötürü, bu ilkeler bu ortamda da tüm gücüyle geçerlidir.

İnsan Hakları Komitesi bir olağanüstü hâl yaşanırken fikir özgürlüğünden feragat edilmesinin hiçbir zaman gereklilik arz etmeyeceğinin altını çizmiştir. Bilgi edinmenin ve ifade özgürlüğünün gerek kanaat oluşturma açısından gerekse bir halk sağlığı kriziyle başa çıkma çabaları açısından önemi düşünüldüğünde, devletler, Sözleşme’nin 19’uncu maddesinden kaynaklı yükümlülüklerinde herhangi bir eksiltmeye gitmekten kaçınmalıdır. 19’uncu maddenin üçüncü fıkrası, 19’uncu maddenin ikinci fıkrasındaki haklara, toplum sağlığını korumak amacıyla gerekli ve orantılı kısıtlamalar getirilebilmesi için yeterli zemin sunmaktadır. Dahası, Sözleşme’nin 4’üncü maddesi gereği, bir halkın hayatını tehdit eden ilan edilmiş bir toplumsal acil durumun varlığında dahi, bir taraf devletin Sözleşme’den kaynaklı yükümlülüklerinde eksiltmeye yol açan önlemler kesin biçimde durumun zorunlu kıldığı sınırlarda tutulmalı ve, 19’uncu maddenin normal uygulaması kapsamında olduğu gibi, ayrımcılığı veya diğer uluslararası hukuki yükümlülüklerin başka bir şekilde ihlalini içermemeli ve geçici olmalıdır.

Dikkatimi dört meseleye yöneltmeme izin verin; karşı karşıya olduğumuz zorluklar bunlardan ibaret değil ama bunlar hakikaten kaygı vesilesi.

Kamu yetkililerinin elinde tuttuğu bilgiye erişme hakkı

Sözleşme’nin 19’uncu maddesi kamu yetkililerinin elindeki bilgiye erişme hakkını içerecek şekilde yorumlanagelmiştir. Normal koşullarda olması gereken şey, kamu yetkililerinin kendilerinden bilgi alma talebinde bulunulmasını beklememeleridir; yetkililer, teknik bilgiye sahip olmayan bir toplum açısından anlaşılır ve halk sağlığı önceliklerinin hayata geçmesini sağlayacak biçimde, gerekli bütün bilgilerin paylaşılması konusunda müspet bir politika izlemelidirler.

Selefim Frank La Rue bilgi edinme özgürlüğü yasalarının tasarlanması ve uygulanmasında şu ilkelerin gözetilmesi gerektiğini kaydetmişti: a) azami açıklık; b) yayınlama yükümlülüğü; c) açık yönetimin güçlendirilmesi; d) istisnai hallerin sınırlı tutulması; e) bilgiye erişimi kolaylaştıran süreçlerin işlemesi; ve f) bilgi paylaşımının içtihada dönüşmesi. İfade özgürlüğü alanında çalışan bir STK olan Article 19, bu yaklaşımın altında yatan sebepleri gayet iyi tarif etmiştir: “Bilgi, toplumun hükümetin eylemlerini dikkatle incelemesine imkân verir ve bu eylemlere ilişkin doğru düzgün ve bilgiye dayalı bir tartışma yürütülmesinin temelini oluşturur.” 

Halk sağlığına yönelik bir tehdit açık hükümetten yana argümanları güçlendiriyor, zira bireyler ve içinde bulundukları topluluklar ancak hastalığın oluşturduğu tehdidi bütün boyutuyla bildikleri zaman buna uygun kişisel tercihlerde bulunabilir ve halk sağlığı kararları alabilirler. Toplumu güvenilir bilgiden mahrum bırakan bir hükümet bireyleri riske atmış olur ve böyle bir mahrum bırakma tercihini ancak son derece dar bir zeminde ve meşru bir çıkarı koruma gerekliliği en üst derecede söz konusu olduğunda haklı gösterebilir. 

Hükümetlerin toplumun bilgiye ulaşmasını sağlamak üzere kullandıkları mekanizmalardan biri, medyanın yetkililere, belgelere ve diğer bilgi kaynaklarına ulaşabilmesini mümkün kılmaktır. Bu, halk sağlığı ve diğer konulardan sorumlu yetkililerin halka ayrıntılı bilgi sundukları ve bağımsız medyanın sorularına cevap verdikleri düzenli basın brifingleri yapılmasını da içerebilir. Ne yazık ki, bilgiye etkin biçimde erişilmesini sağlamaya yönelik bu düzene doğrudan müdahale edildiğine ilişkin birçok bildirim aldık. Bu tür kısıtlamalar, güvenilir bilgiye erişimi engelleme, bağımsız gazetecilerin yetkililere soru sormasını ve bu yolla halk sağlığı talimatlarını açıklığa kavuşturmalarını imkânsız kılma ve yetkililerin pandemi esnasında aldıkları kararlarla ilgili olarak hesap vermelerini sınırlama eğilimi taşıyor.

Kamu yetkilileri halka tutarsız, berrak olmayan ya da kafa karıştırıcı bilgiler verdiklerinde hükümetin medyaya karşı açık davranması bilhassa önem kazanıyor. Bir halk sağlığı krizinde hedef, hükümetin gerçeği yansıtan veya gerçeği olabildiğince yansıtan bilgileri, kesinlik taşımadığını ya da değişebileceğini uygun biçimde belirterek sağlaması ve açık ve dürüst bir yönlendirme yapmasıdır. WHO’nun da kayda geçirdiği üzere, risk iletişimi çift yönlü bir sokaktır. Medya, hükümetlere toplumun kaygılarını anlayabilmesi, topluma da kaygılarını ve korkularını nasıl yönetebileceğini anlaması için esaslı bir araç sağlar; erişimin sınırlanması, elzem bir unsur olan bilgi paylaşımını da sınırlar.  

2. Internet’e erişme hakkı

Küresel bir pandemi anında, İnternete erişim hakkı yeniden hayata geçirilmeli ve ne anlama geldiği çok iyi anlaşılmalıdır: bu hak, sağlık politikası ve uygulamalarının, kamunun bilgilenmesinin ve hattâ yaşam hakkının kritik bir bileşenidir. Esasen, açık ve güvenli bir İnternet, bugün ifade özgürlüğüne sahip olmanın başlıca ön şartları arasında sayılmalıdır. Ancak hükümetler, dijital araçların bilgiyi arama, edinme ve iletme hakkının hayata geçirilmesi için en temel araçlardan biri — birçok kişi için de en temel araç — haline geldiğinin bilinciyle, giderek artan biçimde İnternet aracılığıyla bilgiye erişimin engellenmesinin en hoyrat biçimlerine başvurmaktalar.  

Her türlü aslî hizmetin çevrimiçi platformlara taşındığı düşünüldüğünde, İnternetin kapatılması sadece ifadeyi kısıtlamamakta, aynı zamanda diğer temel haklara da müdahale anlamına gelmektedir. Pandemi bağlamında, İnterneti kapatma uygulamalarının devam ettiğini gözlemek bilhassa kaygı verici olmuştur. Bunun en belirgin örneği Hindistan hükümetinin Keşmir’de uyguladığı uzun dönemli engellemedir. 2019’da hükümet, birçok yetki sahibi tarafından “öncesinde herhangi bir suçun işlendiğine dair bir bahaneye bile ihtiyaç duyulmaksızın, Cemmu ve Keşmir halklarının kolektif biçimde cezalandırılmasının bir yöntemi” sayılan bir yasağı hayata geçirdi. Fakat Hindistan bu konuda yalnız değil. Etiyopya hükümeti, 2020 başında Oromia bölgesinde İnternet hizmetlerini kesti ve haberlere göre, bu engellemenin ancak Mart sonunda kalkabileceğinin sözünü verdi. Bangladeş’in, İnternete Myanmar’dan gelen Rohingya mültecilerini etkileyen bir karartma uygulaması, 50 örgütün COVID-19 pandemisi koşullarında bu karartmanın kaldırılması için çağrı yapmasına yol açtı. Myanmar’ın bazı bölgelerinden İnternetin ısrarlı biçimde kapatılması, özellikle de COVID-19 ışığında, ciddi bir endişe kaynağı olmaya devam ediyor.

İnternet kapatmaları insan hakları hukuku kapsamında herkes için güvenceye alınmış olan ifade özgürlüğüne yönelik bir saldırıdır. Bir pandemi esnasında İnternet’in kapatılması, erişimi engellenen herkesin — ve onların temasta olduğu başkalarının — sağlığını ve hayatını riske atar. En yerel düzeyden küresel düzeye kadar herkesi etkileyen bir acil sağlık durumunda İnternete erişimin sınırlanmasına hiç yer yoktur. 

3. Bağımsız medyanın korunması ve güçlendirilmesi

Gazetecilik, bireylerin bilgiyi araştırma ve edinme hakkını kullanmasını ve kendilerini ve içinde yaşadıkları toplulukları korumak üzere söz konusu halk sağlığı tehdidine ilişkin kanaat geliştirebilmesini mümkün kılarak, bilginin topluma iletilmesinde aslî bir rol oynar. Esasen, özgür, sansürsüz ve engellenmemiş bir medyanın, toplumun kendi kendini yönetebilmesi açısından taşıdığı temel ve önemli rolü pekiştirmemizi gerektiren bir andayız. İnsan Hakları Konseyi’nin ve Genel Kurul’un defaatle tekrar ettiği bir şey bu. Fakat pandemi hâlihazırda gazeteciliğe yönelik birçok tehdidi gündeme getirdi, hükümetlerin “elçiye” saldırdıkları ve ortaya çıkan bilgilerin gerektirdiği sorumlu davranışları göstermekten ziyade haberciliği kısıtladıkları yönündeki bildirimlerin sayısı artıyor. Bu tehditler şunları kapsıyor:

Gazetecileri cezaevinden salıvermemek. Gazetecileri Koruma Komitesi 250’den fazla gazetecinin cezaevinde olduğunu bildiriyor. Hiçbir medya çalışanı işini yaptığı gerekçesiyle cezaevinde olmamalı. Ancak keyfî ve hukuksuz biçimde tutuklanan gazeteciler, şimdi buna ilaveten sağlıklarına ve hayatlarına yönelik bir risk altındalar. Devletler onların salıverilmesini insanî amaç çerçevesinde görsün ya da görmesin, devletlerin hapsettikleri bütün gazetecileri serbest bırakmaları şarttır. Gazeteciliği hakaretin yasaklanması veya terörle mücadele gibi kisveler altında suç saymaya devam eden hiçbir devlet, pandemi esnasında insanları hapsetmenin yarattığı ilave risk söz konusuyken bu tür davaların peşinde olmamalıdır.

Uzun vadede, devletlerin başka kategoriler altında yer alan, terörün veya hakaretin önlenmesi kisvesi altındaki yasalar da dahil olmak üzere gazeteciliği suça dönüştüren her bir yasayı iptal etmesi kritik önemdedir. Birleşmiş Milletler, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı ve Amerikan Devletleri Örgütü’nün ifade özgürlüğü gözlemcileri 2002’de yayımladıkları ortak bildiride, “hakareti suç sayan bütün yasaların ceza kanunlarından çıkarılması ve gerektiğinde bunların yerine uygun özel hukuk düzenlemelerinin getirilmesi gerektiğini” kayda geçirdiler. İnsan Hakları Komitesi de 34 no.’lu genel görüşünün 47’nci paragrafında taraflara hakaretin suç sayılmaktan çıkarılmasını ele almaları çağrısında bulundu ve her halükârda hapsetmenin hiçbir zaman hakaret için uygun bir ceza olmadığını kayda geçirdi.    

Gazetecilere polis tehdidi. Dünyanın dört yanından gelen çok sayıda bildirim, pandemi konusunda haber yapan gazetecilerin artan ölçüde gözdağına, gözaltına ve sorguya maruz bırakıldığını, COVID-19’la ilgili somut bilgilere ulaşmak için araştırma yapan medya çalışanları ve insan hakları savunucularının başka baskı biçimleriyle karşılaştığını gösteriyor.  

Gazetecilere yönelik siyasi saldırılar. İfadeye değer vermeyen ve ifade özgürlüğünü kullanmak isteyen insanlara saygı göstermeyen bir kültürde gazetecilerin tam olarak korunması sağlanamaz. Son birkaç yıl zarfında, Amerika Birleşik Devletleri, Macaristan, Tayland ve Filipinler’de de görüldüğü üzere, gazetecilere ve sivil toplum bileşenlerine yönelik ısrarlı saldırılar gerçekleşiyor.

Medyanın çalışmasına elverişli bir ortamın olmaması. Medya çalışanlarının oynadığı elzem rol düşünüldüğünde, hükümetler gerektiğinde yaptıkları işi “elzem” olarak sınıflandırmak yoluyla, onların çalışmasına devam etmelerini sağlamalıdır. Medya çalışanlarına, işlerini yaparken pandemi esnasında gerekli sayılan koruyucu maske ve diğer uygun teçhizat gibi koruma önlemleri sunulmalıdır. Elverişli bir ortam aynı zamanda bağımsız medyanın katıldığı açık basın toplantılarının yapılmasını ve sadece devlet medyasının değil bütün medya kuruluşlarının kamu yetkililerine ve diğer bilgi kaynaklarına erişiminin sağlanmasını da kapsar.

Yabancı gazetecilerin erişiminin korunmaması. COVID-19 krizinin küresel tabiatı, sınırları aşan bir haberciliğin mümkün kılınmasını gerektiren bir durumdur. Bu, hükümetlerin özellikle uluslararası basının habercilik yapmasına müdahale eden adımlar atmamasını gerektirir. Ne yazık ki, hükümetlerin yabancı basının temsilcilerine yönelik olarak hasmane bir tutum izlediğine ilişkin birçok bildirim olmuştur.

4. Kamu sağlığı konusunda dezenformasyon

WHO’nun Genel Direktörü “yalan haber virüsten daha hızlı ve daha kolay yayılıyor ve aynı ölçüde tehlikeli” demiştir. WHO, bu durumu “söylentiler, dedikodular ve güvenilirliği olmayan bilgiler dahil her tür enformasyonun hızla yayılmasını” içeren bir “enfodemi” olarak adlandırıyor. Dünyanın her yanında, sağlıkla ilgilenen kamu yetkilileri COVID-19 pandemisi esnasında dezenformasyon yapılmasından haklı olarak endişe duyuyorlar. Güvenilirliği olmayan bilgiler, bilhassa önemli platformlara sahip bireyler tarafından yayıldığında, kötü niyet taşısalar da taşımasalar da çok ciddi bir zarar verebilirler. WHO, “enfodemilerin başarıyla yönetilmesinin (1) bunların gözlenmesi ve teşhisine, (2) analiz edilmesine ve (3) denetimine ve zararlarının azaltılmasına dayanacağını” açıklamıştır.

WHO’nun bu konudaki yönlendirici metni, risk iletişiminin önemini vurguluyor; buna, söylentilerin düzeltme amacıyla ele alınması da dahil. Bu metin, yanlış enformasyonun yasaklanmasının meşru olup olmadığı konusunda görüş belirtmiyor ancak insan hakları gözlemcileri ve uzmanlarıyla tutarlılık gösteren bir tutum alınmasını öneriyor. Yasallık ve gereklilik ilkeleri dezenformasyonla ilgili bütün yaklaşımlarda geçerli olmalıdır. “Dezenformasyon”, özel olarak, hukuk kapsamında tanımlanması olağanüstü zor bir kavramdır, bu da hükümet yetkililerine neyin dezenformasyon, neyin hatalı bilgi, neyin gerçek olduğunu belirlemek konusunda aşırı bir hareket alanı sağlamaktadır.

Dahası, Birleşmiş Milletler, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı ve İnter-Amerikan İnsan Hakları Komisyonu’nun bir süre önceki ortak açıklamasında da vurgulandığı üzere, “pandemiyle ilgili enformasyonun suç sayılmasına yönelik her girişim, kurumsal bilgilendirmelere güvenilmemesi ve güvenilir bilgiye erişimin gecikmesi sonucunu doğurabilir ve ifade özgürlüğünün kullanılmasını zorlaştıran bir etki yapabilir.” Diğer bir deyişle, dezenformasyonun cezalandırılması orantısızdır, enformasyonun denetlenmesi amacına erişmeyi sağlamaz ve bunun yerine bireyleri değerli olabilecek bilgileri paylaşmaktan da caydırır.

Pandemiye ilişkin yanlış bilgilerle ilgili toplumsal tartışma büyük ölçüde resmî ve özel kuruluşların bu tür bilgileri dolaşımdan çıkarmak ve yayanları cezalandırmak için atması gereken adımları ilgilendirse de işe hükümetin kendisinden başlamak önemlidir. Ne yazık ki, devlet görevlilerinin COVID-19 virüsünün kökeni, pandemiden kimin sorumlu olduğu, COVID-19’un kendi ülkelerindeki varlığı ve yaygınlığı ve semptomlara karşı alınabilecek ilaçların bulunup bulunmadığı konusunda teyit edilmemiş ve sıklıkla da pervasız bazı iddiaları yaydığı birçok durum oldu. Yanlışlığı eninde sonunda daima ortaya konan böyle iddialar, resmî bilgi kaynaklarına olan güveni sarsmakta ve dolayısıyla kamuoyunun, halk sağlığından sorumlu yetkililerin etkin ve yararı kanıtlanmış politikaları hayata geçirmelerini zorlaştıran bir güvensizlik içine girmesine neden olmaktadır.

COVID-19 pandemisiyle ilgili dezenformasyon dünyanın her yerinde geleneksel ve sosyal medyada dolaşımda. Bu yanlış bilgilerin bir bölümü, daha ziyade devletler arası anlaşmazlıkları ilgilendiren rahatsız edici bir siyasi suçlama oyunundan kaynaklanıyor ve pandeminin yarattığı zorlukla mücadele için gerekli olan uluslararası iş birliğini kolaylaştırmaktan uzak. Karantina uygulamalarıyla, sözde sağlık tavsiyeleriyle ve başka teyit edilmemiş iddialarla ilgili ve şayet yaygın takip görürse bireylerin sağlığına zarar verebilecek olan diğer bazı dezenformasyon biçimleri ise daha da tehlikeli. Hükümetlerin böylesi bir dezenformasyona karşı girişeceği her çaba yukarıda ayrıntılandırılan ilkelere dayanmalıdır: toplumla eksiksiz, dürüst ve gelişmelere uyum gösteren bir iletişim, bağımsız basının güçlendirilmesi ve korunması ve halk sağlığına zarar verebilecek yanlış bilgilerin dikkatle, herkese açık bir şekilde düzeltilmesi. Pandeminin ötesinde de devletler gerek bağımsız medyaya elverişli bir ortam ve medya okuryazarlığını güçlendirecek eğitim düzenlemeleri için gerekse bireylere teyit edilebilen ve teyit edilemeyen iddiaları birbirinden ayırmasına yarayacak eleştirel düşünme araçlarının sunulması için adımlar atmalıdır.

COVID-19 salgınının başlamasından ve bir pandemiye dönüşmesinden bu yana geçen kısa süre zarfında, bir dizi devlet güya pandemiye ilişkin dezenformasyonu önleme amaçlı yasalar kabul etti. Bu yasaların bazıları, bir kişinin enfekte olma durumuyla ilgili mahremiyet haklarının korunmasına yönelik meşru bir amaç taşıyabilir. Bu tür düzenlemeler Sözleşme’nin 17’nci maddesinin ortaya koyduğu ölçütlerle uyumlu olmalıdır. Ancak, genel olarak, Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri Dunja Mijatovic’in Avrupa Konseyi’ne üye ülkelere, “dezenformasyonla mücadeleye yönelik önlemler gerekli, orantılı ve Parlamento ve ulusal insan hakları kurumlarını da kapsayan düzenli bir denetime tabi olmalıdır. Dezenformasyonla mücadele önlemleri gazetecilerin ve medya mensuplarının işlerini yapmasını hiçbir zaman engellememeli veya İnternetteki içeriğin gereksiz yere bloke edilmesine yol açmamalıdır. Bu standartlara uygun olmayan kısıtlamalar getirmiş olan ülkeler bu kısıtlamaları acilen kaldırmalıdır” diye tavsiyede bulunurken değindiği unsurları yansıtan bir yaklaşım izlenmelidir.

İfade özgürlüğü gözlemcilerinin 2017’deki ortak bildirisi, “bilginin yayılmasını ‘yalan haber’ ve ‘objektif olmayan bilgi’ benzeri muğlak ve müphem fikirlere dayanarak engelleyen genel yasaklamaların insan hakları hukukuyla uyumlu olmadığını ve terkedilmesi gerektiğini” açıkça ortaya koymuştu. Dezenformasyona yönelik muğlak gerekçeli yasaklar, 19’uncu maddenin üçüncü fıkrasındaki gereklilik ve orantılılık şartlarına aykırı biçimde, hükümet yetkililerini kamusal ve siyasal alandaki içeriğin doğruluğu ve yanlışlığı konusunda fiilen karar verme yetisiyle donatmaktadır. 

Özel arama motorları ve sosyal medya şirketleri, halk sağlığına potansiyel olarak zarar verebilecek yanlış bilgilerin platformlarında dolaşımda olmamasını sağlamaları yönünde, haklı gerekçelere dayanan bariz bir baskı altındadır. Bunlardan birçoğu COVID-19 virüsü konusundaki yanlış bilgilerle başa çıkmak için girişken adımlar da attılar. Birçoğu, bir kişi hastalıkla ilgili bilgi aradığında, resmî bir sağlık kurumunun teyit edilmiş bilgilerinin ilk arama sonuçları arasında yer almasını sağlayacak yöntemler geliştirdiler. Diğerleri, mesela “insanları tıbbî tedavi talep etmekten caydıran veya zararlı maddelerin sağlığa yaradığını iddia eden” içeriklerin kaldırılması gibi mevcut politikalarını güçlendiriyorlar. Twitter “zarar” tarifini “halk sağlığı konusunda küresel veya yerel düzeydeki âmirane kaynakların yönlendirmelerine doğrudan ters düşen içeriği” kapsayacak şekilde genişletti. Bir analist “platformların yanlış bilgileri ve diğer suiistimal niteliği taşıyan içerikleri dolaşımdan kaldırmak ve güvenilir içerikleri artırmak için sıra dışı bir girişkenlik içinde olduklarını” saptadı. Öte yandan, sosyal mesafelendirme gibi halk sağlığı önlemleri şirketlerin içerik yönetimi yapan işgücünü çok belirgin biçimde azaltmasına neden oldu, bu da otomasyon araçlarının daha fazla kullanımına ve muhtemel hataların itirafına yol açıyor.

COVID-19 pandemisi esnasında açıkça görüldüğü üzere, sosyal medya ve arama motoru şirketleri toplumsal söylem üzerinde ve bireylerin gerek bu platformlardaki gerekse platform dışındaki hakları üzerinde muazzam bir etkiye sahipler. Özellikle otomasyon araçlarına yüklenilmesi bağlamında, halk sağlığına ciddi zararlar verebilecek hatalar yapma potansiyeli var. Böylesi bir zarar, başka şeylerin yanı sıra, halk sağlığına ilişkin yararlı ve teyit edilmiş bilgilerin kaldırılmasından, ya da sağlık risklerine yol açabilecek teyit edilmemiş bilgilerin veya bu bilgileri paylaşan kullanıcıların engellenmemesinden kaynaklanabilir. Ayrıca bakış açısı ayrımcılığı ihtimali de söz konusu. Bu nedenle, sosyal medya şirketleri, pandemi esnasında hükümetlerin yaptığı yönlendirmelerle uyumlu olmayan toplumsal protestolarla ilgili haberlerin yayımlanmasına ilişkin karar verirken, uyguladıkları politikanın bütün toplu eylemler için geçerli olduğundan ve protestocuların bakış açılarına dayalı bir ayrımcılık içermediğinden emin olmalıdırlar. Bunlar ağır sorumluluklardır ve şirketlerin, halk sağlığı politikaları gereği farklı yerlere dağılmış olan çalışanlarıyla düzenli toplantı yapamadıkları bir ortamda, insan haklarının gerektirdiği durum tespit sürecini işletmeleri bilhassa zordur. Ne olursa olsun, bunu yapmak özellikle de pandemi esnasında onların sorumluluğudur.

Pandemi esnasında insan haklarının zarar görmesinin önlenmesi veya bu zararın azaltılması sorumluluğunu yerine getirmeye çalışırken, şirketlerin izledikleri içerik politikalarının sağlıklı olma hakkı ve yaşam hakkı üzerindeki etkisini saptamaya dönük bir durum tespiti yapmaları da elzemdir. Toplumsal tehdidin niteliğini göz önüne alarak, politikalarının azami ölçüde şeffaf olmasını hedeflemeli ve gerektiğinde acil olarak, sadece halk sağlığından sorumlu yetkililerle değil, hizmet sundukları yerde bu politikalardan etkilenen kesimlerle de iletişime geçmelidirler. Sadece otomasyona dayalı bir çalışma, sağlığa ve insan haklarına zarar verebileceğinden, bu şirketler hâlihazırdaki uygulama ve politikalarını, COVID-19’la ilgili bilgileri gözden geçirmek gerektiğinde, içerik yöneticilerinin mümkün olan en kısa sürede devreye girebilmesini sağlayacak şekilde yenilemelidirler.
 4 Mayıs 2020

Kaynak: https://expressioninterrupted.com

Exit mobile version