Yaşadığı onca acıya rağmen, Ayşenur’un sesi bu kez, inci gibi cümlelerinin arasından o kadar neşeli, cıvıl cıvıl geliyordu ki sizinle de paylaşmak istedim.
Önceki akşam Ayşenur’dan mektup geldi. Aslında onun gönderdiği mektuplarla ilgili uzun zamandır bir şey yazmıyorum. Burada yazdığım bir cümle onu hücresinde belki incitir, üzebilir diye bu işlere girmiyorum.
Fakat son mektubunda anlattığı misafirlerini okuyunca dayanamadım. Herkes bilsin, ona dua etsin, içinden gelen bir mektup yazsın istedim. Sizi bilmiyorum ama gözaltına alındığı ilk günlerde söylediği “Bizi burada unutmayın” sözünün yankısı hala kalbimde ve kulağımda çınlıyor. Hiç geçmedi, geçmiyor.
26 yaşında gencecik bir kızın hayatı akıl almaz nedenlerle karartıldı. En güzel yaşlarını hapis köşelerinde geçiriyor Ayşenur. Çok ağır bir şey bu. 3 Nisan’da 30. yaşına yine hapiste girecek.
Yaşadığı onca acıya rağmen, bu kez sesi, inci gibi cümlelerinin arasından o kadar neşeli, cıvıl cıvıl geliyordu ki sizinle de paylaşmak istedim. Allah bir kulunu sevindirmek istiyorsa küçücük bir hücrede de olsa ona türlü türlü hediyeler gönderiyor. Ayşenur’un ifadesiyle yazıyorum, “hiç abartısız 20-30 serçenin” hücresine dolması gibi. Düşünebiliyor musunuz, hücrenize adım atıyorsunuz ve onca serçe sizi karşılıyor. Sonra da reverans yaparak, bugünkü gösterinin sonuna geldik edasıyla pıtı pıtı çıkıp gidiyorlar.
Bir görüş sonrası ‘oda’sına döndüğünde karşılaşmış Ayşenur onlarla. “Hayatımda bir daha böyle bir şey göreceğimi sanmıyorum” diye yazmış. Bir yavru serçeyi koynunda uyuttuğu geceyi anlatmış. Hayvanları çok seviyor Ayşenur. Neredeyse tüm mektuplarında “Keşke bir kedim olsa” cümlesi eksik olmuyor. Bazen gazete sayfalarında gördüğü kedi köpek resimlerini öperken buluyorum kendimi, diyor. Dolabına en son “mavi önlüklü köpek fındık’ın fotoğrafını asmış. İnşallah öldüğünü duymamıştır.
SERÇE DERESİ
Koronavirüsünün daha bu kadar kabusa dönmediği günlerde, 4 Mart 2020 sabahı yazdığı “Serçe Deresi’ni buyrun kendi cümlelerinden okuyun:
“Sincan’a bahar geldi. Sabah erkenden kalktım, limonlu su içiyorum. Boğazlarım fena. Sinüzit bu kış beni üzdü. Hücrem sıcak sayılır ama bir duvar cam olduğu için sürekli bir hava akışı var oda içinde. Joy Fm dinliyorum sana yazarken. Dört mevsim beni terk etmeyen kuşlarım havanın ısınmasıyla birlikte didişmeye, tatlı tatlı ötüşmeye başladılar. Yavuz anlatmıştır, bir yırtıcı kuş dadandı. Belgesellerden edindiğim (!) engin bilgilerime göre bir doğan 🙂 Ama kerkenez olabileceğini de düşünüyorum. O avluda görününce bizim minikler nereyi açık bulurlarsa giriyorlar. Hiç abartmadan 20-30 tane serçenin ben görüşteyken içeri girmiş olduğunu gördüm. Odaya girince ikişerli sıralar halinde dışarı yürüyerek çıktılar. Hayatımda bir daha böyle bir şey göreceğimi sanmıyorum. Serçe deresi 🙂 Bir de yavru serçeyi koynumda uyuttuğum bir gece var ki unutulmazlara adını yazdırdı. Biliyorsun hayvanları çok seviyorum. Bazen gazete sayfalarını öperken buluyorum kendimi. Önlüklü köpek fındık’ın fotoğrafını dolabıma astım hatta. Keşke bir kedim olsa. En büyük isteğim.”
DİLİM SÖYLEMESE DE İÇİM AH EDİYOR
1,5 sayfalık mektubunun bundan sonraki bölümünde okuduğu kitaplardan, aramızda konuştuğumuz bazı özel konulardan bahsetmiş Ayşenur. Sonra da dostlarına bol bol selam göndermiş. Tek tek isimlerini sayıyor, mutlu olduğunda genelde böyle yapıyor. Bazılarının vefasızlığına üzüldüğünü yazmış. Haklı. Yerden göğe kadar. Bu dünyada özgür olanın özgür olmayana, mutlu olanın mutsuz olana borcu var. O merhamet değil, acıma değil, dostluk ve vefa bekliyor:
“… hala oralarda bile korkan insanlar var. … selamı çok görenler var. Bu neymiş arkadaş? Korku ne güçlü hismiş. Machiavelli de korkunun en baskın his olduğunu, toplumların bununla kolayca yönetilebileceğini savunuyordu. Doğruymuş. İçindeki merhameti, korkusunu bastıran insanlara ne mutlu! … ama biliyor musun dilim söylemese de içim ah ediyor bir noktada. Vefasızlık edenlerin başına elbet dengeleyici bir dert gelecektir diye düşünüyorum. İşte o gün anlaşılacak çekilen acılar. Burada bu kadar uzun süre kalmak bir insana verilebilecek en büyük acılardan biri. Süresi ve cezaevi şartlarının çetinliği. Bazen bir renkli kağıda yazılan seni özledim cümlesi yetiyor, her şeyi birkaç saatliğine de olsa unutuyorsun… Çekecek çilem varmış…”
Ayşenur Parıldak mesleğine yeni başlamış bir gazeteci, gencecik bir hukuk öğrencisiydi. Temmuz 2016’da son sınıf bütünleme sınavına girmek üzere gittiği Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesinde gözaltına alındı. KHK ile kapatılan Zaman Gazetesinde çalışması, sosyal medya hesabından hükümeti eleştirmesi, Fuat Avni denen twitter belasının onu takip etmesi, kendi adına kayıtlı olmayan ve içeriği bulunmayan Bylock gibi akıl almaz nedenlerle 4 yıldır Ankara Sincan Cezaevinde kalıyor.
İlk aylarda hücrede tutuldu. Kimseyle görüştürülmedi. Mektup yazma hakkı dahi yoktu. Daha sonra günde 1 saat bahçeye çıkmasına izin verildi. Şimdi yarı hücre uygulamasına tabi. Akşam 17.00’den sonra yine hücreye gönderiliyor. O hücrelerde geçen bir gecesini 2 Mayıs 2017’deki duruşmada şöyle anlatmıştı:
“Akşam olunca kapılar üzerimize kilitleniyor. Geceleri kaç kere çamaşır ipini düğümleyip geri çözdüğümü biliyor musunuz?” Kimse bilmiyor Ayşenur.
Koronavirüsü nedeniyle yeni yargı paketi yine gündemde. ‘Terör’ suçlarından yargılananların bu pakete dahil edilmeyeceğine dair bir iddia var. Yani Ayşenur gibi düşünce ‘suçlu’ları, siyasi tutuklular, gazeteciler, yazarlar… İnşallah öyle olmaz. Terörist dedikleri insanlar, bir serçe deresinden kendine dünya kurup mutlu olan ‘Ayşenur’lardan ibaret.
Kaynak: Sevinç Özarslan-BOLD Medya