Site icon International Journalists

Altı Ay Cezaevinde Kalan Öztürk: Gazeteci yanlışa kafa tutmak zorundadır

Gazeteci Ece Sevim Öztürk, 15 Temmuz darbe girişimine ilişkin hazırladığı “Deniz Kuvvetlerinin En Karanlık Günü” adlı belgeseli 24 Haziran seçimlerine bir ay kala video paylaşım sitelerinde paylaştı. Gözaltına alındı, üç yıl bir ay hapis cezasına çarptırıldı.

Öztürk, altı ay cezaevinde kaldıktan sonra yurtdışına çıkış yasağı konularak tahliye edildi. Gazeteci Ece Sevim Öztürk, cezaevinde yaşadıklarını patreon.com için kaleme aldı. 

İşte o yazıdan satırbaşları:

“Gazetecilik merakını aşar boyutta merak göstermiştir” denilerek 6 ay cezaevinde tutuldum. Karar duruşmam öncesi hücremde kaleme aldım bu yazıyı. Egemen ideoloji sanıklara “hain” dememi istedi. Demedim. Çünkü gazeteci yanlışa kafa tutmak zorundadır!

Ben gazeteciyim.

Toplumun gerçeğe sahip olma hakkının bir gereği olarak doğruları araştırma, tahkik ve tecessüs etme konusundaki Anayasal rolüm, uğruna altı ay hücrede tutulduğum mesleğimi bir kamu hizmeti pozisyonuna sokmaktadır.

Ben bağımsız gazeteciyim.

Bağımsız gazetecilik, her dönem gerçekleri öncelik edinmeyi; haberler ve analizlerle muktedirler üzerinde kamu adına denetim fonksiyonunu yerine getirme anlamını özünde barındırmaktadır. Bu nedenle gazetecilik mesleğini seçerek üstlenmiş olduğum görev kamuoyunun bağımsız temsilciliğidir.

Gazetecilik mesleğini uzun süredir “araştırmacı gazetecilik” ekseninde icra etmeye çalışmaktayım. Araştırmacı gazeteciliğin ilkeleri gereğince, üzerine yoğunlaştığım dosyaya ilişkin olayları bilgi ve kültürümle harmanlayarak, eleştiren nazarla yaklaşıp, bu yolla ulaştığım gerçekleri dürüstçe aktarmaktayım.

Bu dosyalar kimi zaman üzerinde 2,5 sene boyunca her ayrıntısına kadar çalıştığım ve 301  maden işçisinin hayatını kaybettiği Soma Katliamını anlattığım bir iş cinayeti olabileceği gibi, 300’e yakın insanın hayatını kaybettiği 15 Temmuz darbe girişimi gibi karanlık bir geceye ilişkin de olabilmektedir.

Çalıştığım dosyalara ilişkin sarf ettiğim emek, aldığım riskler ve tehditler göz önüne alındığında, kamunun yüksek menfaati için dosyalarımı seçmekte olduğum ve gerek dava dosyaları gerekse arşiv taraması, röportajlar, ekonomik istatistiklerin analizi, benzer olayların kıyaslanarak kanaatin pekiştirilmesi, araştırma komisyonları, adli ve idari heyetler eliyle tutulan raporların incelenmesi gibi teknik ve fiziki takip gerektiren pek çok hususa ilişkin araştırmalarda bulunmam gerektiği gözlenebilecektir.

Bu doğrultuda 15 Temmuz gecesine ilişkin süren davalarda, çalıştığım dosyalara ilişkin SEGBİS tutanakları, İdari Tahkikat Raporları, radar kayıtları, journaller, J-CHAT kayıtları, TBMM Darbeleri Araştırma Komisyonunun toplantı tutanakları ve raporu, sanık, tanık ve müşteki savunmaları gibi binlerce sayfalık resmi belge statüsü kazanmış evrakı okudum, araştırdım ve analiz ettim.

Kimi zaman aklıma takılan soru işaretlerinin yanıtlarını bulabilmek için kimi zaman da haberlerime konu olacak olan tutuklu sanıklara cevap hakkını kullandırabilmek için mektuplar yazdım, gerektiğinde bu mektupları paylaştım.

“GAZETECİLİĞİ AŞAN MERAK”

Gazetecilik faaliyetlerim nedeniyle tutuklu bulunmam, ilk duruşmanın ardından hakkımda verilen tutukluluğa devam kararının gerekçesinde “Sanığın gazeteciliği aşan merak içerisinde hareket ettiği anlaşılmıştır” denilerek kayıt altına alınmıştır.

Kararda üç kez geçen bu cümle, bir hukuk insanı için anlam ifade ediyor olsa da, bir gazeteci için hiçbir anlam ifade etmemektedir. Meraklı olduğu gerekçesiyle gazetecilerin tutuklandığı ülkelerde üniversitelerin iletişim fakültesindeki akademisyenlerin, öğrencilerine “gazeteci ve merak” ilişkisini nasıl anlatabileceği de “merak” konusudur.

Bugün baskı ve tehdit gerekçesiyle, üzerinde karanlık noktaların bulunduğu hususlara ilişkin merak duyan gazeteciler patronları tarafından sansüre uğratılmakta, patronsuz gazetecilik yapmaya çalıştığında ise “gazeteciliği aşan merak” gerekçesiyle hücrede kalmamak adına otosansür uygulamaktadırlar.

Bu sansür ve otosansür birleşimi ne yazık ki çoğu zaman gerçeği görmezden gelme ve gerçeğin üzerini örtme şekilde izhar etmektedir. Benimse gerçeğin üzerini örtmem, görmezden gelmem ve gerçeği kişisel menfaatlerime göre çarpıtarak sunmam mesleğimin doğası gereği mümkün değildir.

Bugün ne yazık ki “gazetecilik” denildiğinde yalnızca bu üçünün birleşiminin akıllara geliyor olması, benim mesleki anlayışımın yanlışlığından değil, baskı dönemlerinde her gazetecinin gerçek için mücadelesini tek başına vermek zorunda oluşunun yarattığı iklim nedenindendir.

Gerçeğin üzerine giden gazetecilere de anormal bir şey yapıyormuş gibi davranılmasını ve bu nedenle bu garip “merak” kararının verilmesini mezkûr gerekçeye bağlamaktayım.

Eğer bu toplumda gazeteci “gerçeğin üstünlüğünü” öncelikleri arasından çıkarmış, kişisel menfaatlerini kamu görevinin üstünde tutmaya başlamış, kalemini belli güç odaklarının halkla ilişkiler çalışmasının hizmetine sunmuş (Public Relations), hatta işini kaybetmemek ve cezaevine girmemek için tehditlere boyun eğerek kalemini güç sahiplerinin pergeline elleriyle yerleştirmişse orada her türlü gazetecilik faaliyeti Anayasal çizgide korunuyor gibi görünse de mesleğin icrası neticesinde toplumun doğru bilgiye ulaşabilmesi imkansız hale gelmiş demektir.

Haysiyeti ve meslek etik ilkelerini mesele edinen bir gazetecinin her türlü baskıya rağmen, kamuoyunun aydınlatılabilmesi için mücadele etmesi gerektiğine inanıyorum.

GAZETECİ – DEMOKRASİ İLİŞKİSİ

İlkelerinde direnen gazetecilerin işsizlik ve cezaevi sopalarıyla “etkisiz hale getirildiği” basının “gerçek basın” vasfını kaybettiği toplumlarda, demokrasiden söz etmek mümkün değildir.

Demokrasinin kapı arkasına gizlendiği toplumlarda ise önce adaletsizlik boy gösterir. Sırasıyla insan hakları ve hukuk askıya alınır, devletin kurumlarını yönetenler hesap vermeden, arzu ettikleri gibi kararlar alırlar. Hesap verme ve denetim mekanizması işlemez olduğu için haklı hakkını alamaz, “hak” yalnızca güçlünün yanında yer alanların sahibi olabildiği bir statüsüye indirgenir. İş cinayetleri ve faili meçhul cinayetler çoğalır. Eğitim niteliksizleşir ve toplum “suskun” bir kitleye dönüşür.

Gazetecinin görevi; işsizlik, milyonluk tazminat davaları, cezaevi gibi sopalar güç odaklarınca ensellerinde sallandırıldığında dahi sessizlik suçunu işlemeyi reddederek topluma gerçeği anlatmanın bir yolunu bulmaktır.

Mesleklerini hakkıyla yapmayı reddeden ve siyasetçiler ile ekonomiye yön veren grupların çıkarlarını esas alarak kalem oynatanların bu hususta kurdukları her cümle ancak bahane olacaktır.

Gazeteci gerçeği aktarmanın bir yolunu her ne olursa olsun bulmak zorundadır.

PROPAGANDİST MEDYANIN SİLAHI: EGEMEN İDEOLOJİNİN DİLİ

Egemen dili bir silah gibi kullanan ana akım medya bu hususta gazetecilik etik ilkelerini yerle bir ederek, kullandıkları “egemen dil silahını” propagandist bir şekilde muktedirler nereyi işaret ederse oraya çevirerek adeta bir tetikçilik pozisyonunu üstlenmektedir.

Son on beş yılda medyadaki tekelleşme büyüdükçe, önce buna direnemeyen küçük çaplı gazeteler kapanmış, sonra da çeşitli sanayi, madencilik, elektronik gibi iletişim dışı alanlarda çokuluslu firmalarda ortaklıkları bulunan medya baronları, egemenlerle “iyi geçinmeleri” için ikna edilmiş, edilmeyenler de hülle yoluyla sahadan el çektirilmişlerdir.

Bu süreç içerisinde gazetecilerin soru sormasından rahatsızlık duyanlar ilk olarak seçili bir akreditasyon süreci ile muhabirlerin sorgu alanlarını daraltmışlar, bu sansür TMSF yolu ile başlatılan medyanın tasfiyesi ile sürdürülerek, Basın Müşavirliğinin denetiminden geçen ortak metin ile tezyin edilmiş “uçak gazeteciliği” tabirini medya literatürüne kazandırılmıştır.

Uzun bir süredir iktidar mensuplarına “cesur” diye nitelendirilebilecek sorular yalnızca yöneticilerin yurt dışı ziyaretlerinde gerçekleştirdikleri ortak basın toplantısında yabancı gazetecilerin yöneltebilmesinin nedeni yalnızca budur.

SORU SORMAK VATANA İHANET İLE EŞDEĞER HALE GELDİ

Kitle iletişim araçlarının tamamına yakınını ele geçiren egemen ideoloji, kendi varlığını dayandırdığı bir destan inşa etmiş ve medyası aracılığı ile insanlara bu destan hakkında ne düşünmeleri gerektiği dayatılmıştır.

İnsanların oturma odalarına televizyonlarıyla, sofralarına gazeteleriyle, araçlarına radyolarıyla, telefonlarına reklamlarıyla gire egemen medya; topluma günlerce, aylarca aynı haberleri ve türevi politikaları propagandist söylemlerle aktarmış, tasarlanarak ustalıkla söylenmiş yalanlar üzerine derin tahliller yaparak, insanlara nasıl düşünecekleri “öğretilmek istenmiş”, bu yolla hür iradenin zapt edilmesi hedeflenerek, bir politika olarak insanların zihni denetim altında tutulmaya çalışılmıştır.

Bu durumda ağır bir propagandaya maruz kalan toplumdan, söylenen yalanlar ve bu doğrultuda yapılan haberler için mutlak bir inanç itaat beklemiş, destana ilişkin en ufak bir sorgulama dahi ”vatana ihanet” suçlaması ile eşdeğer tutularak destansı anlatının sürekliliği hedef alınmıştır.

Demokrasilerde insanların seçimle göreve getirdiği yetkililerin övgüden çok eleştiriye açık olması, salahiyet sahiplerini hatalarından koruyacağı gibi, temsil ettikleri insanlarla bağlarını da sıkı tutabilmelerini sağlamaktadır. Bu noktada medya devreye girmekte ve hata yapmaktan çekinen yetkililer daha dikkatli hareket etmekte, bu yolla kamu çıkarı teşkil edilmektedir.

Medyanın dördüncü güç olarak lanse edilmesi, gazetecilere var oldukları günden beri kamunun bekçi köpekleri denilmesi de bu yüzdendir.

Bu yolla iktidar ile gazetecilik arasında ters yönlü örülen ilişki, hem kamunun hem de kamuyu temsil eden yöneticiler ile bürokrasi arasında serbest bir hareket alanı oluşturulmuş ve denetimin ezici gücünden kurtulan iktidar kısa vadede görece daha rahat adım atabilir gibi görünse de uzun vadede güç zehirlenmesi diye tabir edilen iktidar hastalıklarından birine yakalanması, kitle iletişiminde de değinilen kaçınılmaz ve zarar verici bir süreçtir.

Siyasetçiler gibi hukuk insanları da, biz gazetecilerin gerçeğe karşı vicdani ve mesleki sorumluluğumuzu yerine getirmediği anda yalnızca bir gücün tarafı olacağını ve bunun toplumsal açıdan derin yaralar açabileceğini görmek ve bu doğrultuda bizlerin hukuki haklarını milletten aldıkları yetki ile korumak ve savunmak durumundadır.

GAZETECİ YANLIŞA KAFA TUTMAK ZORUNDADIR

“Gazetelerde yazacak hiçbir gerçek,

bir ülkeye uzun vadede resmi yalanların vereceği zararı veremez.”

-Ban Bradlee

Gazeteciler muktedirleri memnun etmekle değil, aksine gerektiğinde hoşnutsuz etmekle yükümlüdür. Çünkü bu meslek gerçeği; yalın gerçeği hiçbir çıkar ilişkisine dayanmadan aktarma işidir.

Bu nedenle biz gazetecilerin dünya görüşlerine uysun ya da uymasın siyasetçiler ve bürokratlar ile aynı dili kullanmak ve onları istedikleri doğrultuda yürümek zorunluluğumuz yoktur. Aksine, mesleğimizin gereği olarak her zaman yanlışa kafa tutmak mecburiyetindeyiz.

GAZETECİNİN KANDIRILMAYA HAKKI YOKTUR

Egemen ideolojinin kurgusuna direnemeyerek soru sormadan, şüphelenmeden, araştırmadan haber yapan gazeteciler, okuru / izleyiciyi yanıltmak bir yana, ne yazık ki yanlış bilgiyi tedavüle çıkarmak isteyenler tarafından kullanılmış durumdadırlar.

Gazetecilik, örülmek istenen gerçekleri gün yüzüne çıkarıp, kamuoyuna aktarmak, aktarılanla yetinmeyip fikri takip yoluyla kitlelerin hakkında sahip çıkmak ve bu yolla denetleme, sorgulama ve eleştirme mesleğidir.

Bu nedenle gazetecilerin siyasetçiler gibi “kandırıldım, aldatıldım” demeye hakları yoktur.

Kaynak:AhvalNews,Patreon

Exit mobile version