Basın özgürlüğü sıralamasında Türkiye 180 ülke arasında 157’inci sırada bulunuyor. Merkezi Paris’te olan Sınır Tanımayan Gazeteciler örgütünün yaptığı sıralamaya göre durum “hiç yoktan iyidir”, denilemeyecek kadar kötüdür.

Başka istatistik bilgileri de var.

Dünya “Hukukun Üstünlüğü Endeksi” sıralamasında 113 ülke arasında 101’inci sırada yer alan bu memleket de bizim. Sıralamayı Dünya Adalet Projesi yaptı.

Freedom House 2019 yılı Dünya Özgürlük Raporu için 195 ülkede incelemelerde bulundu. Hiç özgür olmayan 49 ülke arasında Türkiye de kendisine özel bir yer buldu.

Dünyada en fazla gazetecisini hapseden üç ülkeden biri olmanın onursuzluğu da bu coğrafyada dalgalanıyor. Zulüm kardeşliğinin diğer iki ayağını ise Çin ve Mısır oluşturuyor.

Türkiye Gazeteciler Sendikası verilerine göre 144 gazeteci demir parmaklıklar arkasında tutuluyor.

Cezaevlerinde olan siyasetçileri bir kenara ayırıyorum. Çünkü “10 Ocak Gazeteciler Günü” geldi çattı. Yazı konumuz söküğünü dikemeyen terziler, yani gazeteciler. Hapiste olmayan gazeteciler, hapiste olan gazetecileri pek hatırlamak istemiyorlar. Hatta hapiste olan gazetecileri hatırlatmak için bir şeyler yapmaya çalışan gazetecileri de pek sevmiyorlar:

-Zaten işleri yok, bütün gün adliye koridorlarında zaman geçiriyorlar. Hazır gitmişken de kendilerini yargılatıp ülkenin imajını zedeliyorlar!

Haksız da sayılmazlar. Böylesi dönemlerde tam siper olmalı. Ki bir kaza kurşunu ile postu deldirtme vakası meydana gelmesin. Durumlar düzelince sessizce ortaya çıkıp özgürlük mücadelesi verenlerin arasına katıldıktan sonra, yüksek sesle başkalarını suçlayan korkaklıklarını sergileyen destansı yazılar kaleme alarak yola devam etmek garantilidir.

Gazetecilik her dönemde zor meslek olageldi. En onurlu günlerini ise “Çay-Simit Gazeteciliği” döneminde yaşadı.

Ne demek bu?

Efendim gazeteciler o kadar düşük ücret ve maaşlarla çalışıyorlardı ki, karınlarını çay ve simitle doyuruyorlardı. Bu kadar dramatik değildi. Ama çay-simit ve gazetecilik onurlu bir üçgen oluşturuyordu. Ben de o dönemi yaşayanlardan biri olarak akşamları Cağaloğlu’nda sıcak simit eşliğinde epeyce “sayfa bağlama” (gazetenin son hali) gayretiyle pikaj masaları başında telaşlı zamanlar yaşadım.

O zamanlar genel yayın yönetmenleri bile sendika üyesiydiler. Patron ve müessese müdürü dışında gazetede çalışanların tümü sendikalıydılar.

10 Ocak 1961 de bu döneme ait bir gazeteci direniş günüydü. Babıali’deki dokuz gazete patronu, gazetecilerin yeni özlük haklarını sağlayan 212 Sayılı iş kanununu protesto için gazetelerini yayınlamadılar.

Ama ne oldu?

Gazeteciler -hepsi sahici gazeteciydi- “Basın” isimli bir gazete çıkardılar. Ve koltuk altlarına alarak İstanbulluları habersiz bırakmadılar. Mesela Milliyet Genel Yayın Yönetmeni Abdi İpekçi Sirkeci’de gazete dağıttı.

O zamanlar da iktidar yanlısı bir iki gazete vardı. Onların en büyük avantası “kâğıt istihkakı” olurdu. Tiraj fazlası kâğıdı alırlar ve bunları satarlardı. Ne kadar “masum” değil mi?

Yeni bin yılda artık iktidar yanlısı gazeteciler kâğıt alıp satmıyorlar. Daha kestirme yoldan gidip kendilerini satıyorlar!..

Yazının başındaki verileri, 10 Ocak 1961 ruhu ile kıyaslayınca yüksek mevkilerde edilmiş bir yemin ortaya çıkıyor:

-Gazetecilere gününü göstereceğim!

Kaynak: Nazım Alphan, artigercek.com